Richard
Paz Nis. 15, 2012 4:10 pm
İstenilen bina; Gryffindor
Kısaca karakteristik özellikler; Richard çok tezcanlı, meraklı ve zekidir. Genelde yüzünden gülücük eksik olmaz. Yeni bir şeyler öğrenmek için her zaman heveslidir. Her ne kadar hayvanlarla iyi geçinse de insanlarla pek anlaşamaz. Açıksözlülüğü bazen abartabilir ve insanları gücendirebilir, ancak onu tanıyanlar kötü bir niyetinin olmadığını bilir. Büyülerle deney yapmak en büyük tutkusudur.
İstenilen dönem; IV
Örnek RP;
Kısaca karakteristik özellikler; Richard çok tezcanlı, meraklı ve zekidir. Genelde yüzünden gülücük eksik olmaz. Yeni bir şeyler öğrenmek için her zaman heveslidir. Her ne kadar hayvanlarla iyi geçinse de insanlarla pek anlaşamaz. Açıksözlülüğü bazen abartabilir ve insanları gücendirebilir, ancak onu tanıyanlar kötü bir niyetinin olmadığını bilir. Büyülerle deney yapmak en büyük tutkusudur.
İstenilen dönem; IV
Örnek RP;
- Spoiler:
- Sıkıldığım zaman hep yaptığım gibi evimin yakınlarındaki ormanın biraz derinlerindeki açıklığımda, küçükken gizlice kurduğum salıncağımda oturuyordum. Burası benim özel mekânımdı ilkbaharda kelebekler uçuşur, ağaçlar rengârenk çiçek açar, kuşlar şakırdı, o günkü gibi bir sonbahar gününde ise yine o günkü gibi yağmur yağardı, rüzgâr sarı ve turuncu renkli yaprakları oradan oraya savururdu.
Tabi benim umurumda olmazdı.
Oraya gitme nedenim sadece bir küçüklük oyunuydu, zamanla alışkanlık oluşturmuştu. Oraya gider ve ağlardım. Hayır, hayır, üzgün olduğum için değil, daha duygusal bir insan olabilmek için. Ben alaycı bir insanım, hayatı ciddiye almayı sevmem, ama bu beni, benim zengin ve soylu ailemin yüz karası yapıyor elbette. Doğruyu söylemek gerekirse, küçükken annemin beni sevmeyeceğini falan sanmış ve böyle bir şeye başlamıştım, şimdi ise buraya her geldiğimde otomatikman ağlıyordum.
Arkamdan gelen bir çatırtıyla irkildim ve başımı korkuyla arkaya savurdum. “Kahretsin bacağım! Tanrım Lianne, burada olacağını tahmin etmiştim. Hasta olmaya mı çalışıyorsun, nedir?” Gözlerimdeki yaşın gitmesi için gözlerimi kırpıştırdım ve yüzüme kendime has mutluluk ifademi takındım: kibirli, alaycı bir gülümseme. Ne yazık ki bu gülümsemenin mutlu olduğum anlamına geldiğini sadece sevgili ağabeyim ve şu an karşımda duran ‘hizmetçi çocuğu’ biliyordu. Sözde sorusunu görmezden gelerek, “Tahmin ettiğini tahmin etmiştim.” Dedim gülerek. Gözlerimin çok kırmızı olmamasını diliyordum, beyaz tenim yüzünden çok çabuk kızarırdım. Umudumu boşa çıkararak bana tuhaf tuhaf baktı ve bir kahkaha attı. Kaşlarımı çatarak bağırdım, “Çok kötüsün Matt, gülmemelisin!” Karnını tutarak eğildi ve boğuk bir sesle “Ahahahah, üzgünüm, ben sadece hala bunu yaptığına inanamıyorum.” Dudağımı büküp elbisemin kumaşını sıktım. Benimle dalga geçmesinden hep nefret ederdim. Ciddileşip doğruldu. “Hadi gidelim, hava kararıyor, vahşi hayvanlar gelebilir.” Başımı sallayıp kalktım. Eteğimi silkeledim Matt’in yanına koştum. “Söylesene, beni neden arıyordun?” Elindeki kepi başına geçirip cevap verdi, “Annenler çağırıyor.” Tamam anlamında başımı sallayıp ormanın biraz daha derinindeki, ezilmiş çimenlerin ve toz gibi gri bir toprağın oluşturduğu dar patikaya doğru ilerledim. Hızlı hızlı yürüyorduk, huzursuz hissediyordum. Ona bakınca onun da aynı hissettiğini anladım. Hava gerçekten çok soğuktu ve üzerimde sadece bir hırka vardı. Matt’e daha da sokuldum.
Yağmur hızlanmıştı, patika çamur gölüne dönmüştü. Matt düşmemem için kolumu tutmuş, beni neredeyse sürüklüyordu. Birden durdu, az kalsın düşüyordum. Etrafına bakındı ve yüksek sesle küfretti. Aniden fark ettim, kaybolmuştuk. Vücuduma bir panik dalgası yayıldı, daha önce hiç kaybolmamıştım. Hava iyice kararmıştı. Matt’in koluna yapıştım, benden 3 yaş büyüktü ve hep onu bir ağabey gibi görmüştüm ve her şeyde ona güvenirdim. Ama anlamıyordum, eve dönmek için tek yapmamız gereken o patikayı takip etmekti- ki bunu yapmıştık- öyleyse neden eve dönemiyorduk ve en önemlisi: şimdi ne yapacaktık? Bütün bu düşündüklerimi Matt’e aktardım ve aldığım cevap hiç de iç açıcı değildi. “Bilmiyorum, Lianne, üzgünüm.” Sesindeki umutsuzluk daha da kötü hissetmeme neden olmuştu. Nasıl bilemezdi? O her zaman ne yapması gerektiğini bilirdi, kiminle, ne zaman, ne konuşması gerektiğini… Peki şimdi neden bilmiyordu?
Gözlerimi yere çevirdim. En iyisi bir ağaç kovuğuna falan girip sabahı beklemek olurdu, ya da yağmurun dinmesini. Loş ay ışığında önümüzü görmek bayağı zordu, ve üzerimizde, ışığı kapatan sık ağaçların olması da pek işimize yaramıyordu doğrusu. Yaklaşık bir saatlik bacak sızlatan bir yürüyüşten sonra en sonunda küçük bir ağaç kovuğu bulabildik. Şansımıza ikimizin de sığabileceği büyüklükteydi. Matt benim içine girmeme yardım etti ve sonra kendisi tırmandı. İçerisinin karanlık olması gerekirdi ama şaşırtıcı bir şekilde dışarısından daha aydınlıktı ve aslında göründüğünden daha genişti. Bulunduğumuz yer meşalelerle aydınlatılmıştı ve yaklaşık bizim evdeki kiler kadardı. Yuvarlak bir odaydı, gerçek anlamda yuvarlaktı, duvarlar ve yer birleşikti, ağaç kabuğu kaplıydı ve karşımızda büyük maun bir kapı vardı. Kapı tokmağı büyük bir meşe palamudundandı. Şaşkınlıkla odayı geçtim ve kapının önünde durdum. Matt de arkamdan geldi. Kapı tokmağını döndürdüm ve kapı, büyük bir gıcırtıyla açıldı. Ben ağzım açık önümdeki manzaraya bakarken, Matt bir hayranlık nidası koyverdi. İçerisi bir taht salonu kadar büyüktü, işlemeli sütunlar, neredeyse ucunu göremeyeceğim kadar yükseğe gidiyordu. Duvarlar altın, gümüş ve kadife kaplıydı, yer de öyle. Ve tabii tavan vardı. Tavana bulutlar, gökyüzü ve melekler resmedilmişti. Şaşırtıcı derecede gerçekçiydi, harp çalan melekler, dans eden melekler, gülen, ağlayan, sohbet eden, şarkı söyleyen… Birden bunun bir resim değil, gerçek olduğunu kavradım. “Oh, hayır, hayır, hayır! Buradan gitmeliyiz Matt.” Ama o beni dinlemiyordu.
Upuzun, ipek gibi kahverengi saçları, tepemizdekini andıran, gökyüzü gibi masmavi, badem şekli gözleri, süt ve bal karışımı teni, kalp biçiminde yüzü, bembeyaz, zarif elbisesi, etrafına ışık saçan gülümsemesi ve tüylü, koca kanatlarıyla bir melek tam karşısında havada durmuş, ona elini uzatıyordu. Matt yüzünde sarhoş gibi bir ifadeyle elini tuttu ve yükseldiler. Diğer melekler de bizi görmüştü. Aşağı, bize doğru geliyorlardı, etrafımızı sarıyorlardı. Hayatımda gördüğüm en güzel şeylerdi. Üstümüze altın tozları serpiyorlardı, çiçekler, konfetiler; şarkı söylüyorlardı, sonra bir tanesi- Altın saçlı, mavi gözlü- bana doğru uçtu, beni tuttu ve o tuhaf gökyüzüne uçurdu. Birden önümüzde bir ziyafet masası belirdi. Altın işlemeli, bembeyaz bir masa örtüsü, üstünde Çin porselenine benzeyen tabaklar, gümüş kadehler, en taze meyveler, nar gibi kızarmış hindiler… Hepsi bize hizmet ediyordu. Neden burada olduğumu unutmuştum, kiminle olduğumu, kim olduğumu… ve hatta ne olduğumu bile. Üzüm ve şaraptan başım dönüyordu. Harp çaldık, şarkı söyledik, dans ettik…
Karanlık.
“Lianne! Lianne! LIANNE! Uyan!” “Ha? Ne?” Matt üstüme eğilmiş, beni sarsıyordu. Üstünde halâ altın tozları ve çiçek yaprakları vardı. Yüzümde mayışık bir ifade vardı. Doğrulup oturdum. Biraz önceki bütün ihtişam kaybolmuştu. Küçük bir meşalenin aydınlattığı taş bir odadaydık. Etraf toz kokuyordu ve bunun yanında bir şey daha. Yüzümü buruşturup çevreme bakındım ve gördüğüm şey dehşete düşmeme sebep oldu. Çürümeye başlamış bir ceset. Dehşetle Matt’e baktım ve tuhaf bir ses çıkardım. Onun yüzü de dehşetle bakıyordu. “Neredeyiz biz? Ne oldu?” Neredeyse ağlayacaktım. Bana sarıldı. “Tam olarak… hatırlamıyorum ama… bizi buraya attılar, sen uyuyakalmıştın.” “Neden ki?” Bir şangırtı duyduk. “Sanırım şimdi bunu öğreneceğiz.” Melekler içeri girdi. İlk başta bizi ilk gören melek vardı. Ama şimdi daha farklı görünüyorlardı, daha… korkunç. Yutkundum. Kendi kendilerine tuhaf, anlamadığım bir dilde konuşuyorlardı. Matt cesaretini topladı, “Bize ne yapacaksınız?” Sesinin güçlü çıkmasını istemişti sanırım, ama acınası bir şekilde çıkmıştı, titriyordu. Melek bize doğru geldi ve kanatlarını açtı. Ben dehşetle geri çekilirken Matt’i sardı. Matt haykırıyordu, korktuğu için değil, acı çeker gibi. Ses birden kesildi. Gözlerimi sımsıkı yummuştum. Ne olduğun biliyordum. Ayaklarımın dibinde duyduğum tok bir ses de bunu kanıtlıyordu, Matt ölmüştü. Gözlerimi korkuyla açıp meleğe baktım. Bana geliyordu. Korkudan nutkum tutulmuştu. Konuşamıyordum, yalvaramıyordum, haykıramıyordum bile. Melek kanatlarını bana da sardı. Korkunç bir acı hissettim. Acı beni kendime getirdi. Tepiniyordum, haykırıyordum, kurtulmaya çalışıyordum ama olmadı, başaramadım. En sonunda kendimi bıraktım ve karanlık beni içine çekti. Bu seferki daha değişik bir karanlıktı, daha derin.
rp out: Silinirse çok mutlu olucam :3
- CyrilYönetici, Melez
- Mesaj Sayısı : 160
Kayıt Tarihi : 11/04/12
Geri: Richard
Paz Nis. 15, 2012 4:14 pm
Rütbe verilmiştir.
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz