- Aaron BeaumontSlytherin V. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 2
Kayıt Tarihi : 15/04/12
Yaş : 29
Nerden : İngiltere.
Lakap : Cevap vermiyor ona bu şekilde seslenenlere; ancak Ron.
aaron
Paz Nis. 15, 2012 5:03 pm
- Selfier.
Yalnızdır Aaron. Kelimenin tam manasıyla. Yanına fazla insan istemez çünkü fazla insan demek fazla sorun demektir onun için ve takındığı duygusuz tavırlarla insanlarla ve onların sorunlarıyla uğraşabileceğinden pek emin değil. Ne aşkı ne nefreti tadabildi. Oksijenden, sudan, kendisinden daha önemli bir şey varsa o da kalemi, kağıdı ve kuşkusuz ve en başta olmak üzere Raeshelle'idir. Dünyaya kendisinin oluşturduğu geniş mi geniş çerçevesinden bakar pek çok dar görüşlüye rağmen. Hayal etmek en büyük tutkusu, hayalinde yaşamak en büyük zevkidir. İç sesiyle müthiş bir uyum içerisinde hareket eder çoğu zaman. Kendisini yalnızca kendisine anlatabilir tamamen, yalan söylemeden. Net çizgileri vardır hayatında. Nötr yoktur çoğunlukla onun için, ya siyahtır ya beyaz. Her şeye rağmen içinde yatan afacan çocuğu susturabilmesi pek de kolay değildir. Ayrıca hep bir tebessüm vardır dudaklarında. Her şeyi aklında tutabilmesine yarayan hafızası dahi unutur yapılan kötülükleri belli bir süre için, intikam zamanı gelene dek ve bu çok nadir olur elbette. Kinden arınmıştır çünkü o. Hırsını da az çok köreltmeyi başarmıştır her ne kadar gözüne koyduğu her şeyi yapabilecek olsa da. Kibirlilikten uzaktır. Gösterişsiz bir hayatı tercih eder.
V. Dönem.
- Spoiler:
- Hybris,
Kızıllığa bürünmüş kalbimin derinliklerinden, şömine alevlerinin ışık oyunlarıyla gülebilecek bir çocuğun saf neşesiyle bugün, seni andığım gün, çıkıp geldi bir anı. Uzun zamandır görüşmediğim bir dostu kucaklarmış gibi kucakladım, yanında getirdiği mutluluğa ve onu somutlaştıran tebessüme elimden geldiğince nazik davranmaya çalışarak konuk ettim içimde, senin hala yaşayabildiğin hayallerimde. Masmavi bir gökyüzünün altında, gözlerinde birkaç damla yaş, bekliyordun orada. Genç bir vücutla, bin yaşındaki bir olgunlukla... Hiçbir şey olmayacak, biliyordun ama bekliyordun. Ve belki de ilk defa yanılıyordun. Vadinin ardından, maviliği bölen, güneşi ardına alan siyah bir silüet gördün, dikleştirdin vücudunu hemen. Sana yaklaşıyordu. Dudakları dümdüz olmasına dümdüzdü ama gözlerindeki buğunun hemen arkasında saklanmış mutluluğu fark edebiliyordun. Bunu fark edebilen tek kişiydin belki de. Kızın dudaklarının arasındaki birkaç santimden gelen nefesi yüzüne çarparken boşuna beklemediğini itiraf ediyordun kendine içten içe. Sonrasıysa tam bir muamma. Tekrar kendime geldiğimde, tekrar kendimi kendi gözlerimle bakar bulduğumda kulağıma martıların ötüşleri çalınıyor, vapur denizde büyük dalgalar bırakarak yol alıyordu. Kıyıya ulaşmamıza ne kadar süre kaldığını kestiremiyordum zihnimin oyunları yüzünden. Cevapsız bıraktığım onca sorunun cevaplarını gizlendikleri yerden çıkarırken delirebileceğimi düşünmüştüm. Sahi, Hybris, delilik ne demek senin için? Bunu konuşmak için fazla vaktimiz olmadı. Hayatımın devamında da senin süslü ancak anlaşılabilir kelimelerinle bunu dinleyemeyeceğimi düşünmek belki de delilik. Alakası bile olmayabilir ya da. Ne de çok konuştum. Sustururdun burada olsaydın. Ama Hybris, özlemek hiç kolay değil. Kuracak yeni bir hikayemiz olmamasını kaldırabilmek hiç kolay değil. Her şey için geç olduğunu bilmenin yükünü kaldırabilmek kolay değil. Şimdi de benim gözlerimden birkaç damla gözyaşı süzülüyor yavaşça, sararmış kağıtla buluşuyor. Seni bulamayacak kağıtlardan birisiyle yine. Özledim Hybris ve özlem sandığının aksine zamanla taşınmıyor ruhumuzdan, aksine Hybris, o, tamamen yerleşiyor, yalnızlığımızı paylaşıyor, gidenlerin yerini dolduruyor.
Penthesilea
Üzerinde klasik bir Hybris Illias yazısının bulunduğu, dik, beyaz mermer taşın biraz ötesine bir yaprak kondu bağımsız mürekkep lekeleriyle dolu parşömenin biraz yanına görkemli, yaşlıca bir ağaçtan uçarak. Damarında onun ismi yazılıydı sanki. Kız yaşlarını durdurmak için direndiği belli olan gözlerini ovuşturdu birkaç saniye, ıslaklığını gidermeye çalışıyordu. Eğilip yaprağı eline aldı. Besbelli Hybris'di yazan. Üstelik mükemmel bir el yazısıyla yazılmıştı, doğanın muntazamlığı bir kez daha kendisini göstermişti. Şimdi mezar taşına bakmaktansa en küçük çizgilerini dahi ezberlediği yüzüne bakmayı tercih ederdi elbet. Tanrı'nın bir oyunuydu bu. Mutlu olamazlardı insanlar. Zamansız ölümlerle, hastalıklarla, özlemle, hüzünle savaşmalıydılar, hayatla aralarında büyük bir rekabet olmalıydı. Yoksa nasıl seçerdi kendisine uygun olanı? Ama hala neden onun ölümüyle sınandığını anlayamıyordu. Tek tesellisi meleklerin arasında mutlu olduğuydu, bu da yetmiyordu çoğu zaman. Böylesine acımasız bir Tanrı'ya nasıl bağlı hissedirdi kendisini? Hybris olsa onu birkaç kez sarsar, kendisine getirirdi. Tanrı her daim en uygununu önlerine sererdi çünkü, her şeyin en doğrusunu yaşatırdı. Buna o da inanmıştı onunlayken ama gittikten sonra her şey daha boştu, daha anlamsız. Hybris olmadan önce nasıl yaşadığını dahi unutmuştu. Ah, ne büyük kabalıktı ona Hybris demek. Kibir belki de tanımlanamayacağı tek kelimeydi adamın. Belki de bu eksikliği gidermek içindi ona böyle seslenmeleri. Her şeye rağmen asla benimseyememiş, sevememişti kız bu ismi. Elindeki yaprağı parmaklarını hızla kapatarak ezmesi de bu yüzdendi kuşkusuz.
Lydia'nın içten, huzurlu sesiyle sıyrıldı düşüncelerinden. Kızın, Afrodit'i dahi kıskandıracak vücudu mezar taşından görülebiliyordu: Uzun bacakları, ince bir beli, düzgün kıvrımları vardı. Gri gözleri öylesine deler geçerdi ki karşısındakini, tamamen çıplak hissederdi kişi kendisini. Oysaki Penthesilea ortalamanın üzerinde sayılmazdı baygın bakışları ve bembeyaz teniyle. ''Kızıyorum.'' demişti kız. Tepki vermedi Penthesilea. Kızmayı denemişti, vazgeçmeye çalışmıştı, kurtulmaya uğraşmıştı ama başaramamıştı. Adamı öylesine hayatı yerine koymuştu ki, öylesine ilahi bir anlam yüklemişti ki ona, kurtulamıyordu büyüsünden. Lydia'nın başını ona çevirip elini uzatmasıyla o da tuttu kardeşinin elini. Mezarlıktan bir saniye bile sürmeyen bir zaman diliminde kayboldular yapay bir rüzgarla.
Kendisini tekrar Londra'nın her zamanki güz sabahlarından birinde buluverdi. Güneş doğmuştu sokaklarda. Kaldırımda çınlıyordu iki kızın topuk sesleri. Uzaktan gelen keman sesi eşlik ediyordu adımlarına. Birkaç haftalık tiyatro afişleri vardı duvarlarda tek tük. Dizinin biraz üstüne gelen eteğini zaptetmeye çalışırken içini ürperten rüzgara karşı karanlık, iç içe düşüncelerinin mekanına uğradı. Zihnindeki yumuşak melodi, aniden tutkulu, coşkulu bir ritme dönüşürken başını göğe kaldırdı. Yalancı bir sonbahar güneşi tam tepelerinde kendisini sergiliyor, kedi miyavlamaları çok uzaktan kulağına çalınıyordu. Yeri boylamış yaprak ve dallara basan insanların çıkardığı çıtırtılar da destek veriyordu kusursuz müziğe. İster istemez gülümsedi. Siyah-beyaz bir filmden çıkmışa benzeyen sokak, her zerreciğinde onu taşıyordu, gündüz düşleriyle onunla oluyordu Hybris, bu sokakta yanından ayrılmıyordu, kulağına fısıldıyordu ismini adeta. Lydia'nın eve gitmek istediğini söylediğini duyar gibiydi ama bu, küçük tiyatro salonuna girmesine mani olamadı. Alçak merdivenleri birer ikişer inerken Lydia'nın da hızlı soluk alışverişlerini duyabiliyordu.
Sahnenin ortasında duran, sarı saçları bukleler halinde alnına düşen, gamzeli adama baktı. Dünyadan soyutlamıştı kendisini, olmayan biriyle konuştuğundan habersiz açtı ağzını: ''Güneşim ol tekrar. Isıt buzdan kalbimi. Çok mu zor? Ölüm o denli güçlü mü gerçek-'' Henüz lafını bitirmemişti ki kendisini siyah bir hiçliğin içinde buldu. Midesindeki asit dilinde acı bir tat bırakmıştı sendeleyerek durduğunda. Ağır nikotin kokusunu hissettiğinde gözlerini kapadı. Eve gelmek istememişti, kırmızı perdelerin arasında dolunay kadar parlak adamla konuşmak istiyordu. Lydia, bezginlik dolu bir inilti koyverip mırıldandı Penthesilea'nın anlayamacağı yükseklikte. Odadan çıktığını hissedebilmiş, bunun verdiği cesaretle gözlerini açmıştı kız.
Oda bıraktıkları gibiydi: Üst üste yığılmış kitaplar, mantar pano üzerindeki birkaç Gelecek Postası haberi, iksir malzemelerinin bulunduğu vitrin, sandalyelerinin her biri farklı bir masa ve üzerinde yıkanmak için adeta yalvaran tabaklar, çatallar, bıçaklar... Korkuyla mantar panoya yaklaştı. Giderken parmaklarını masanın pürüzlü tahtasında gezdirdi, tozları eliyle sildi.KURTADAM SALDIRISI!
Karanlık Lord'un saldırılarıyla çalkalanan Büyü Camiası için olduğundan daha fazla sorumluluk almış Bakanlık Çalışanları ve özellikle de Seherbazlık Bürosu, her zamanki gece nöbetlerinden birini yapar ve insanları huzura erdirme görevlerini tamamlarlarken ortaya çıkan kurtadam saldırısı dolunayın yeterince aydınlatamadığı gecede kanlı izler bıraktı. İçlerinde on sivil olmak üzere on bir kişinin ölümüyle sonlanan gecede başarısı ve soğukkanlılığıyla olduğu kadar zevklerine düşkünlüğü ile de tanınan Hybris Illias'ın ölümü Bakanlık'ı derinden sarstı. Detaylar Noah Skeeter'ın kara mizahıyla sayfa 4'te.
Birkaç damlanın yanaklarından başlayıp ince bir kavisle dudaklarına değmesine izin verdi. Tuzlu tadı almasıyla Lydia'nın elinde ayakkabı kutusuyla çıkagelmesi bir olmuştu. Kızın zencefil rengindeki saçları omzuna ve beline yığılmıştı. Elmacık kemikleri kastığı yüzünde iyice belli oluyordu. Göz altında uykusuzluğun eseri mor halkalar vardı. Her şeye rağmen bir meleği andırıyordu. En az mezar taşındaki yansıması kadar güzeldi. Sağ elini kaldırıp Penthesilea'yı yanına çağırdı. Kız ürkek adımlarla, kurumuş yaşlarını silmeye çalışarak yaklaştı ve kardeşinin oturduğu koltuğun önündeki beyaz tabureye yerleşti. Olması gerekenin aksine canlı duran dudaklarını bir kez bile hareket ettirmeden elindekini Penthesilea'ya itti kız. Siyah kutuyu eline aldığı andan itibaren büyüyü hissetmişti. Hem de öylesine güçlü bir büyüydü ki... Eski zamanlardan kalma, karanlık bir sanat olduğu sonucunu çıkardı önce çelişkileri umursamadan. Kutu, kızı kontrol ediyor, düşünmesine mani olurken titreyen ellerle kendisini açmasını sağlıyordu.Kıpkırmızı bir keşmekeşin içinde buldu kendini. Bilinci biraz bile yerinde değildi. Beyni kontrolü ellerine almış, derinlerdeki Penthesilea'nın acı feryatları duyulmaz hale gelmişti. Görüş alanı kızıllıktan kurtulup belirginleştiğinde onlarca ölü hayvan gördü önce. Yemyeşil bir ormanın tam ortasında, kendisine doğal bir sur yapmışçasına duran kalın dal parçalarıyla çepeçevre sarılıydı ama bu ona bir engel değildi. Vücudu normaldekinden iki kat iri, uzun ve vahşiydi. Eskiden ellerinin olduğu yerlerde şimdi pençelerdi görülen. İnsancıl yanıyla çığlık atmaya çalışsa da birkaç gürültülü ulumadan başka bir şey gelmiyordu elinden. Direnmekten vazgeçip koştu olabildiğince hızlı. Nereye gittiği umurunda değildi. Dakikalar geçip canavar orman sınırına yaklaşırken içindeki insan yok olup gitmişti.
Kulağını tırmayalan çığlıkları duydu önce kendisine geldiğinde. Yerde, cenin pozisyonunu almış halde buldu kendisini. Parmakları parkeyi parçalamak istercesine çizmişti. Terden ıslanan saçları, parlayan vücudu, üstüne yapışmış kıyafetlerinin arasında düşünmeye, soluk alışverişlerinin dikkatini dağıtmamasına çalıştı. Dakikalarca bomboş bakan gözlerle mantar panodaki sarı saçları bukleler halinde alnına düşen adama baktı. Hayatı boyunca duyup duyabileceği en acı çığlığı koyvermesiyle ölüm sessizliğini bozdu. Ardındansa iki kelime gelebildi yalnızca: ''Ben öldürdüm.''
Gözleri sonsuza dek kapandı sonra.
- Petre PiedmonSlytherin V. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 209
Kayıt Tarihi : 08/04/12
Geri: aaron
Paz Nis. 15, 2012 5:16 pm
V. Sınıf Selfier veriliyor.
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz