- Jamie Lea d'EstaignDe Vries
- Mesaj Sayısı : 39
Kayıt Tarihi : 24/04/12
Yaş : 32
Nerden : Ben bilmem beyim bilir u.u
Lakap : Jam
Dalınmalık Rp Geldi Hanım!
Çarş. Nis. 25, 2012 7:56 pm
Repe birazdan konacaktır.
İsteyen hiç sormadan dalabilir, eğlenceli bir kurgu ortaya çıkabilir, bu da bize koyabilir. Öhöm... Rpden sonra bu mesaj düzeltilecektir u.u
İsteyen hiç sormadan dalabilir, eğlenceli bir kurgu ortaya çıkabilir, bu da bize koyabilir. Öhöm... Rpden sonra bu mesaj düzeltilecektir u.u
- Jamie Lea d'EstaignDe Vries
- Mesaj Sayısı : 39
Kayıt Tarihi : 24/04/12
Yaş : 32
Nerden : Ben bilmem beyim bilir u.u
Lakap : Jam
Geri: Dalınmalık Rp Geldi Hanım!
Çarş. Nis. 25, 2012 9:22 pm
Uyurgezerdim. Dokuz yaşımdayken geceleri yatağımdan kalkıp ayakta yürürdüm. Pek çok kez kapıyı açık sokağa uzandığım, tuvalet yerine balkona yöneldiğim, annemle babamın odasına saldırdığım görülmüştü. Ben hiçbirini hatırlamıyorum. Sanırım kazara demirlerden düşmemiş ya da bir arabanın altında ezilmemiş olmamı babama borçluyum. Belki de bu yüzden onun ölümünden sonra yürümeyi bıraktım. Güven duygusunu yitirdiğim anda kendime hâkim olmayı öğrendim. Artık babam beni kurtarmak için kapının sesini ya da rüzgâr esintisini beklemiyordu. Sadece uyurgezer olsam belki de kimse gece keşiflerimden haberdar olmayacaktı. Ben aynı zamanda konuşuyordum. Anlamı olmayan kelimeler, kimi zaman okulda sinirlendiğim arkadaşlarımın isimleri, çoğunlukla o gün içerisinde okuduğum kitaplardan alıntılar… Hatırlamadıklarınıza inanmanızın imkânı yok. İnkâr etmem kaçınılmazdı. Babam benden zekice davranıp maceralarımı kayda aldığında kabullenmekten başka çarem kalmadı. Televizyon ekranında kendimi gördüğümde kopyalanmış olduğumu düşünmüştüm. Biri bana korkunç bir oyun oynamaktaydı ve bedenimi kullanıyordu. O günkü bölümde ben ayıcıklı pijamalarımla başrol oyuncusuydum. Olduğumdan daha küçük görünen bedenim ve belime kadar çektiğim pijamalarla tam da bir Galliye benzediğimi düşünürken beklediğim cümle geldi. ”Obelix, bırak o domuzu yemeyi de gidip bir kaç Romalı pataklayalım.”
Gecenin ikisinde, Asteriks olarak, mutfağa Sezar’la kapışmaya gidiyordum.
Pedagoglarla geçen saatler sonunda sorunumun nedeninin kitaplardaki karakterlerle kurduğum ilişkiler olduğunu kavradılar. Kendimi Asteriks sanmam kaçınılmazdı çünkü bütün gün onunla yaşıyordum. Pedagog, biraz daha az kitap okuyup, okul arkadaşlarımla takılmamı tavsiye etti. Annem ve babam benim kitaplarla kurduğum dünyayı biraz da olsa küçültmek için ellerinden geleni yaptılar. Tatil zamanlarında lunaparklar, arkadaşlarımın partileri, spor okulları… Beni sosyalleştirecek bütün aktivitelere para harcarlardı. Sonunda çok da bir şey kaçırmamış olduğumu düşündüm. Eğlenmek için hayatı kullanmak güzeldi, yalnız kalmak içinse okumak zorundaydım.
Babam öldükten sonra vazgeçtiğim tek şey geceleri yürümek oldu. Eğlenmekten asla vazgeçmedim, Asteriks olamadığın bir dünyanın yaşanılacak nesi vardı ki? İnsanlar, özellikle annem de öldükten sonra, bende sorun olduğunu düşündüler. Hiçbir normal insan benim kadar aklı havada ve asosyal olamazmış, öyle söylediler. Aslına bakarsanız asosyal değildim. Herkesi tanırdım çevremdeki, herkesle de tanışırdım. Sadece onlarla çok yakın olamazdım bir türlü. Arkadaş toplantılarında ortamı eğlendiren deli dolu kız olmaktan öteye geçemedim hiçbir zaman. Ben de De Vrieslere katıldım, bir kaç Romalı pataklamak için… Yapacak daha iyi bir şeyim yoktu, daha kötü de. İnsanlar kötülüğün saf, insanın içinde olduğunu düşünüyorlar. Kalplere işleyen bir şey yoktu, aslında saf kötülük diye bir şey yoktu. Sadece insanlar ve can sıkıntısı vardı. Bir adam karısını öldürmüşse bu adamın kötülüğünden değildi, canı sıkıldığı içindi. Ah, insanlar! Derin bir nefes aldım ve bir elimle diğer elimin bileğini tutup çekerek havaya kaldırdım. Kütürtü sesleri hoşuma gitti açıkçası. Ardından aynı sesi boynumu sağa sola sertçe yaslarken de duydum. Bu sabah özel bir sabahtı, bir arkadaşımın evine kahvaltıya davetliydim ve söylediğine göre annesi ‘meşhur’ omletinden yapacaktı. Böyle tantanaları hiç sevmem aslında ama arada evde yapılan yemekleri yemek güzeldi. Yemek yapmayı beceremediğim bir gerçek üstelik. Hazırlanmam uzun sürmedi. Diğer kızların aksine makyaja, saça, ne giyseme takan biri değildim sonuçta. Bu yüzden altıma giydiğim kısa kot şort ve üstüme geçirdiğim eski püskü, siyah atlet benim için yeterliydi. Gerçi atlet pisti ve açıkçası biraz atlet gibi kokuyordu ama temiz hiçbir şeyim de yoktu. Hem deodorant bunun çözümü olabilirdi muhtemelen. Ve ayağa geçirilen bir bot ile… Evet, tamamdı!
Gabrielle’nin, arkadaşımın evi aydınlıktı. Geniş ve ferahtı. Ailem öldüğünden beri hiç böylesine toplu bir evde bulunmamıştım. Şimdi bir kenar mahallede, tek göz bir yerde yaşıyordum. Kenar mahalleler... Birbirine geçmiş, yaslanmış tahta evler... Kiminin kaplamaları biraz daha kararmış, kiminin balkonu biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmişti. Hepsi hastaydı; onları seviyordum; çünkü onlarda kendimi buluyordum. Sadece Gabrielle ve annesi vardı; babası ve kardeşleri işe gitmişlerdi. Eh, öğlene yaklaşıyordu ne de olsa! ”Geciktim mi?” dedim nazik olmaya pek de çalışmayarak. Ama yüzüme sevimli bir gülümseme kondurmayı ihmal etmedim. ”Sadece birkaç saat. Babam ve ağabeyim ile tanışma fırsatını kaçırdın, şansına küs. Hâlbuki ben seni ağabeyime ayarlamayı planlıyorum.” İstemdışı kahkaha attım. Ciddi miydi? Beni ağabeyine mi düşünüyordu? Bu komikten çok kulağa saçma geliyordu açıkçası. Kimse beni ailesinden birine düşünmezdi. Yakın olmayan bir arkadaşına düşünürdü, uzaktan kuzenine ayarlamak isterdi ama hayır, asla yakınına istemezlerdi. Ancak onun ardından mutfağa giderken yanıt verebildim. ”Dostum, ağabeyinden gerçekten nefret ediyor olmalısın.” İkimiz de güldük. Gabrielle’nin annesi Bayan d’Annette ile daha önceden tanışmıştık. Bu ikinci karşılaşmamızdı. Tipik bir ev kadınıydı, silikti. Gülümseyerek ona merhaba dedikten sonra hazırlanmış masaya oturduk ve Bayan d’Annette omleti yapana kadar havadan sudan konuştuk, özellikle o ağabeyinden bahsetti. Nihayet masaya, tabaklarımıza o meşhur omlet geldiğinde gülümsedim zira karnım guruldamaya başlamıştı. Aslında işlerin çığırının bundan sonra kopacağını bilmiyordum, gerçekten. Dediğim gibi, ben nezaket için olmadığım biri gibi davranan tiplerden değildim. Omletten bir ısırık aldıktan sonra Gabrielle’nin sesini duydum. Ancak bana değil, annesine yönelikti.
”Anne sorsana bir, omlet nasıl olmuş?”
“Ahaha! Güzel olmuş değil mi? Aslında annemin yemek tarifleri arasında bulmuştum bunu ben. Nasıl olmuş çocuğum?”
”Kıçıma benzemiş!” Gerçekten, aklımdan kötü tek bir şey geçmemişti. Dudaklarımdan çıkan sözcükler gayet normaldi benim için ve gerçekten ciddiydim. Omletin tadı korkunçtu. Üçümüzde hiçbir tepki veremedik. Ancak on dakika sonra kendimi kapının önünde bulmam pek de şaşırtıcı değildi. ”BARİ OMLETİMİ YESEYDİM İNSAFSIZ KADINLAR!” diye bağırmam ise açlıktandı. Ama nereye gideceğimi biliyordum. Domuz Kafası’nda hem bir şeyler yiyebilir hem de bir içki yuvarlayabilirdim. Dudak bükerek önümdeki taşa bir tekme attım. Cisimlenmek için fazla açtım ve kendimi birden bire bir hamburger kazanında –evet, böyle bir şeyin varlığına inanıyordum- bulmak istemedim. Ayaklarım beni Domuz Kafası’na doğru götürdü ve tam kapının önündeyken başıma yeni bir felaket geldi. Adım attığım yerdeki vıcık kayganlık… ”Bugs Bunny’i yakalayamayan Kızıl Sam aşkına, lütfen o olmasın, lütfen!” Ancak yakarışlarım boşuna çıktı. Karma falan mıydı bu? Az önce birinin omletini kıçıma benzettikten sonra bu mu olacaktı? Boka mı basacaktım? Hem de Domuz kafasının önünde mi? ”Gerçekten bunu kim kapının önüne yapabildi?! Hayran kaldım.” Doğruydu. Domuz kafası gibi bir mekânın hemen kapısının dibine dışkısını yapabilmek oldukça hayranlık uyandırıcıydı. Ancak yakalanmasa iyi olacaktı o kişi. İçeriye dışkı bulaşmış ayağıma tam basmamaya çalışarak girdim ve hemen en yakındaki masaya yaklaştım. ”Hey, peçeten falan var mı?”
Gecenin ikisinde, Asteriks olarak, mutfağa Sezar’la kapışmaya gidiyordum.
Pedagoglarla geçen saatler sonunda sorunumun nedeninin kitaplardaki karakterlerle kurduğum ilişkiler olduğunu kavradılar. Kendimi Asteriks sanmam kaçınılmazdı çünkü bütün gün onunla yaşıyordum. Pedagog, biraz daha az kitap okuyup, okul arkadaşlarımla takılmamı tavsiye etti. Annem ve babam benim kitaplarla kurduğum dünyayı biraz da olsa küçültmek için ellerinden geleni yaptılar. Tatil zamanlarında lunaparklar, arkadaşlarımın partileri, spor okulları… Beni sosyalleştirecek bütün aktivitelere para harcarlardı. Sonunda çok da bir şey kaçırmamış olduğumu düşündüm. Eğlenmek için hayatı kullanmak güzeldi, yalnız kalmak içinse okumak zorundaydım.
Babam öldükten sonra vazgeçtiğim tek şey geceleri yürümek oldu. Eğlenmekten asla vazgeçmedim, Asteriks olamadığın bir dünyanın yaşanılacak nesi vardı ki? İnsanlar, özellikle annem de öldükten sonra, bende sorun olduğunu düşündüler. Hiçbir normal insan benim kadar aklı havada ve asosyal olamazmış, öyle söylediler. Aslına bakarsanız asosyal değildim. Herkesi tanırdım çevremdeki, herkesle de tanışırdım. Sadece onlarla çok yakın olamazdım bir türlü. Arkadaş toplantılarında ortamı eğlendiren deli dolu kız olmaktan öteye geçemedim hiçbir zaman. Ben de De Vrieslere katıldım, bir kaç Romalı pataklamak için… Yapacak daha iyi bir şeyim yoktu, daha kötü de. İnsanlar kötülüğün saf, insanın içinde olduğunu düşünüyorlar. Kalplere işleyen bir şey yoktu, aslında saf kötülük diye bir şey yoktu. Sadece insanlar ve can sıkıntısı vardı. Bir adam karısını öldürmüşse bu adamın kötülüğünden değildi, canı sıkıldığı içindi. Ah, insanlar! Derin bir nefes aldım ve bir elimle diğer elimin bileğini tutup çekerek havaya kaldırdım. Kütürtü sesleri hoşuma gitti açıkçası. Ardından aynı sesi boynumu sağa sola sertçe yaslarken de duydum. Bu sabah özel bir sabahtı, bir arkadaşımın evine kahvaltıya davetliydim ve söylediğine göre annesi ‘meşhur’ omletinden yapacaktı. Böyle tantanaları hiç sevmem aslında ama arada evde yapılan yemekleri yemek güzeldi. Yemek yapmayı beceremediğim bir gerçek üstelik. Hazırlanmam uzun sürmedi. Diğer kızların aksine makyaja, saça, ne giyseme takan biri değildim sonuçta. Bu yüzden altıma giydiğim kısa kot şort ve üstüme geçirdiğim eski püskü, siyah atlet benim için yeterliydi. Gerçi atlet pisti ve açıkçası biraz atlet gibi kokuyordu ama temiz hiçbir şeyim de yoktu. Hem deodorant bunun çözümü olabilirdi muhtemelen. Ve ayağa geçirilen bir bot ile… Evet, tamamdı!
Gabrielle’nin, arkadaşımın evi aydınlıktı. Geniş ve ferahtı. Ailem öldüğünden beri hiç böylesine toplu bir evde bulunmamıştım. Şimdi bir kenar mahallede, tek göz bir yerde yaşıyordum. Kenar mahalleler... Birbirine geçmiş, yaslanmış tahta evler... Kiminin kaplamaları biraz daha kararmış, kiminin balkonu biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmişti. Hepsi hastaydı; onları seviyordum; çünkü onlarda kendimi buluyordum. Sadece Gabrielle ve annesi vardı; babası ve kardeşleri işe gitmişlerdi. Eh, öğlene yaklaşıyordu ne de olsa! ”Geciktim mi?” dedim nazik olmaya pek de çalışmayarak. Ama yüzüme sevimli bir gülümseme kondurmayı ihmal etmedim. ”Sadece birkaç saat. Babam ve ağabeyim ile tanışma fırsatını kaçırdın, şansına küs. Hâlbuki ben seni ağabeyime ayarlamayı planlıyorum.” İstemdışı kahkaha attım. Ciddi miydi? Beni ağabeyine mi düşünüyordu? Bu komikten çok kulağa saçma geliyordu açıkçası. Kimse beni ailesinden birine düşünmezdi. Yakın olmayan bir arkadaşına düşünürdü, uzaktan kuzenine ayarlamak isterdi ama hayır, asla yakınına istemezlerdi. Ancak onun ardından mutfağa giderken yanıt verebildim. ”Dostum, ağabeyinden gerçekten nefret ediyor olmalısın.” İkimiz de güldük. Gabrielle’nin annesi Bayan d’Annette ile daha önceden tanışmıştık. Bu ikinci karşılaşmamızdı. Tipik bir ev kadınıydı, silikti. Gülümseyerek ona merhaba dedikten sonra hazırlanmış masaya oturduk ve Bayan d’Annette omleti yapana kadar havadan sudan konuştuk, özellikle o ağabeyinden bahsetti. Nihayet masaya, tabaklarımıza o meşhur omlet geldiğinde gülümsedim zira karnım guruldamaya başlamıştı. Aslında işlerin çığırının bundan sonra kopacağını bilmiyordum, gerçekten. Dediğim gibi, ben nezaket için olmadığım biri gibi davranan tiplerden değildim. Omletten bir ısırık aldıktan sonra Gabrielle’nin sesini duydum. Ancak bana değil, annesine yönelikti.
”Anne sorsana bir, omlet nasıl olmuş?”
“Ahaha! Güzel olmuş değil mi? Aslında annemin yemek tarifleri arasında bulmuştum bunu ben. Nasıl olmuş çocuğum?”
”Kıçıma benzemiş!” Gerçekten, aklımdan kötü tek bir şey geçmemişti. Dudaklarımdan çıkan sözcükler gayet normaldi benim için ve gerçekten ciddiydim. Omletin tadı korkunçtu. Üçümüzde hiçbir tepki veremedik. Ancak on dakika sonra kendimi kapının önünde bulmam pek de şaşırtıcı değildi. ”BARİ OMLETİMİ YESEYDİM İNSAFSIZ KADINLAR!” diye bağırmam ise açlıktandı. Ama nereye gideceğimi biliyordum. Domuz Kafası’nda hem bir şeyler yiyebilir hem de bir içki yuvarlayabilirdim. Dudak bükerek önümdeki taşa bir tekme attım. Cisimlenmek için fazla açtım ve kendimi birden bire bir hamburger kazanında –evet, böyle bir şeyin varlığına inanıyordum- bulmak istemedim. Ayaklarım beni Domuz Kafası’na doğru götürdü ve tam kapının önündeyken başıma yeni bir felaket geldi. Adım attığım yerdeki vıcık kayganlık… ”Bugs Bunny’i yakalayamayan Kızıl Sam aşkına, lütfen o olmasın, lütfen!” Ancak yakarışlarım boşuna çıktı. Karma falan mıydı bu? Az önce birinin omletini kıçıma benzettikten sonra bu mu olacaktı? Boka mı basacaktım? Hem de Domuz kafasının önünde mi? ”Gerçekten bunu kim kapının önüne yapabildi?! Hayran kaldım.” Doğruydu. Domuz kafası gibi bir mekânın hemen kapısının dibine dışkısını yapabilmek oldukça hayranlık uyandırıcıydı. Ancak yakalanmasa iyi olacaktı o kişi. İçeriye dışkı bulaşmış ayağıma tam basmamaya çalışarak girdim ve hemen en yakındaki masaya yaklaştım. ”Hey, peçeten falan var mı?”
- Attila QinghaiSt. Mungo IV. Kat Çalışanı, De Vries
- Mesaj Sayısı : 564
Kayıt Tarihi : 24/04/12
Nerden : Sincan Uygur Özerk Bölgesinden
Geri: Dalınmalık Rp Geldi Hanım!
Perş. Nis. 26, 2012 11:58 am
Her birimiz ancak kısa bir süre için var oluruz ve bu süre içinde evrenin küçük bir parçasını keşfederiz. Yanıtları merak eder, peşine düşeriz. Belli başlı sorular bir çok şeyin tmlini atmıştır, mesela: Gerçek nedir? Evren nasıl oluşmuştur? Bir yaratıcı var mı? Varsa nasıl bir varlık? Bize müdahale etmeli mi? Yoksa müdahale etmeden öyle bırakmalı mı? Ölümden sonra hayat var mı? Varsa nasıl bir hayat? Mammafih, hepimiz bu kadar da derin düşünmeyiz. Fakat itiraf edin, bunları bir an bile olsun sormayan biri var mıdır? Elbette, dogmatik ytiştirilmiş, tüm soruları bildiğini sananlar da vardır ve bunlar üzerinde düşündüğünde kendine öğretilmiş yanıtlarla avunurlar. Bazı insanlar da tam tersine, bu sorularla susuzluğunu gidermek yerine gerçeği arayıp sorgularlar. Belki de dinler bu yeni cevapları arayan insanlar yüzünden sürekli değişip, yeni haller aldı. Mesela şimdiki ''semavi'' olarak adlandırılan dinlerin temelini Sokrates'den Aristoteles'e, Platon'dan Anaximenes'e kadar bir sürü felsefeci, daha Roma Tanrılar ve Tanrıçalar ile cebelleşirken atmıştı. En azından Attila öyle düşünüyordu. Sokrates Tanrı ve Tanrıça'ların ahlak yapılarını sorgulamış, Anaximenes de onların varlığını tek ve görünmezleştirmiştir. Bu elbette Attila'nın sorusuna cevap değildi. Zira bu adamlar o kadar akıllı olmalarına rağmen, buldukları bu dinlere bir türlü Peygamber olamamışlardı. Nedense yıllar sonra, bunları unutmuş, hatta reddetmiş bir halkın içinde parlamıştı yeni dinler. Ve bazı eklemeleri çıkarıp da bunların asıl felsefelerine, içlerine indiğinde nedense insanların çocukluktan inanmaya hazır olduğu cismani totemlerin ve insani tanrıların yerini nedense daha fazla manevi, daha fazla ahlaklı, daha adaletli bir Tanrı'nın alması ilginçti. Sonra üstüne eklemeler yapılıp, çarpıtmalar gerçekleştiğinde, bu özden çıkıp, yazınsal ve resimsel totemlere, putlara, simgelere geri dönüş gerçekleşmiştir ki bu da insanın eski düşünce tarzına geri dönme çabasından ileri geliyordu. Tabi siz buna ister şeytan deyin, ister nefs. Sonuç olarak, bu yeni Tanrı kavramı, o dönemler için fazla bile yeniydi. Ve yeni olan diğer şeyleri meydana getiren eğitimli kişilerin aksine, çok daha sıradan kitlelerin ortaya çıkardığı bir şeydi. Ancak, bunlara rağmen tam olarak cevap olamıyorlardı. Zira yakında gördüğü Fransız ihtilali de aynen bu şekilde, eğitimsiz, cahil halkın elinden çıkan, parlak bir fikirdi. Ve en iyisinin, kendi istediği olduğuna karar vermişti Attila, o Tanrı'nın varlığına inanmak istiyordu, ancak dogmatik olanın değil, özdeki felsefenin, sonuçta o da parlak ve bir çok şeyi düzelten bir buluştu değil mi?
Flourish & Blotts'da gördüğü ''İncil'' ile şaşkına dönen Attila, büyücü dünyasına sızan Hristiyanları merak etmeye başlamıştı. Ve Diagon yolundan Hogsmead'e cisimlendiğinde hala bu merakı devam ediyordu. Acaba az önce düşündüğü ''öz''e mi inanıyordu bunlar? Bu kitabın içindeki siyasal ve putperest ekleri fırlatıp atarak okuyan tipler miydiler yani? Yoksa büyücülerin birden inançlı olup da büyü yapmayı bırakmasını mı istiyorlardı? Paganlara yapılan korkunç muameleyi haklı kılmak için biz büyücülerin yeteneklerini bahane etmişlerdi. O zavallılarda onların var olduğunu sanmışlardı. Zaten o esnada büyücü ve cadılar şimdiki gibi değillerdi, bazıları büyü gücünü Pagan inançlarının doğrultusunda kullanmış, yeni model dinin mensuplarının, yani Hristiyanların nefretini kazanmışlardı. Yahudilerle işbirliği yapan büyücü ve cadıları da bu nefrete dahil etmekte çok zor değildi ayrıca. Gerçek cadılar insanların zulmünden kurtularak bunların korkularını arttırırken, olan zavallı kadınlara ve Pagan inancını halen sürdürmek isteyen bazı kişilere olmuştu. Bu katliamlar yüzden büyü dünyasında çok az Hristiyan görürdü. Aziz ve Azizelerin adını anmak yerine genelde en saygın ve güçlü büyücülerden olan Merlin'in adını anıyorlardı ki bu da kültürel olarak halen eski alışkanlıkların sürdürülmesinin soucuydu. Sonuç olarak tüm büyücü dünyasında bu tarz inançlarla ilgilenen biri yoktu, Attila haricinde. Bu nedenle Flourish & Blotts'daki o kitap da gerçekten büyük bir sürpriz olmuştu.
Gülümseyerek etraftaki canlı kalabalığa baktı Attila, az ileride parlayan kızıl kafayı hemen fark etmişti. Sade kıyafetlerinin altında sakladığı enfes bedeni ile bir bütün oluşturuyordu inanılmaz derecede sevimli bir yüz ile en ufak rüzgarla savrulan kıpkırmızı saçlar. Kahverengi gözlerini kırpıştırdı, Attila. O kızdan gerçekten hoşlanıyordu. Ona kendini göstermek için el salladı ama anlaşılan fark edilmemişti. Tam elini indirecekken bir büyücü olanca gücü ile kendisine çarptı. Zayıf bedeni normalde güçlü olsa bile şu an aklı başka yerde olduğundan dengesini yitirdi, yere doğru savruldu. Düşüş oldukça hızlı olmasına rağmen, yaşadığı şok yüzünden sanki saatler sürmüş gibiydi. Upuzun, koyu kahve saçları yüzüne düştü ve tamamını kapladı simasının. Elinde bir çanta falan yoktu ama gene de refleks olarak elleri ile defterler, çantalar falan aradı. Zira buraya her gelişinde bir parça okul için alışveriş yaptığı günlere dönüyordu. ''Özür dilerim hanımefendi.'' dedi adam elini uzatarak. Attila yüzündeki saçları kenara atarkan, dolgun sayılabilecek dudakları o an sinirle büzüştü ve gözlerine sert bir ifade geldi. ''Saçları uzun büyücüleri 'cadı' diye yaftalamaktan ne zaman vazgeçeceksiniz, baksanıza, çoğu büyücünün saçlar sakallar yerlere varıyor. Zira Merlin de öyle yaparmış. Kendinizden utanmalısınız bunca kişiye ve hatta Büyük Merlin'e laf söylemiş sayıldığınız için.'' dedi Attila adamın uzattığı eli iterek kendi çabası ile kalktı. ''Şey, hayır, saçların değil sadece.'' diye geveledi adamcağız ama nafileydi bu çabası. Attila'nın yüzünde daha beter öfke belirdi. ''S.çtın, bari sıvama, daha beter ediyorsun. Çekil önümden.'' dedi küstah bir şekilde ve saçını savurarak adamın yanından rüzgar gibi geçti. Aslında kendisini kıza benzettiği için kızmamıştı adama, yere düşürdüğü için de kızmamıştı. Sakar herif yüzünden Jamie'yi kaçırmıştı gözden. Şimdi, bu kalabalıkta nasıl bulacaktı onu tekrar? O an acıktığını hissetti. Kader bu ya, aklına Domuz kafası gelmişti onun da. Gerçi şimdilerde kimde kader inancı kaldı ki.
Oh, sonunda çoşkulu ve heyecanlı kalabalığı aşarak geldi istediği yere. Cidden merak ediyordu, yılın her anında, bu kadar kalabalık olmayı nasıl başarıyordu burası? Bir yerleşim yeri olması sebeplerden biriydi ama insanların evinde oturduğu bir çok yerleşim yeri görmüştü ve hepsinde de buradaki kadar dükkan, buradaki kadar da ev, insan vardı. Belki de buranın bir 'büyüsü' vardı, kim bilir. Dükkana girmeden önce dikkatini yerdeki ezilmiş kaka çekti. Gerçekten çok kötü kokuyordu. Tanrı aşkına, kim buraya hayvanını dışkılatmıştı ve kakasını alıp çöpe atma nezaketini bile göstermemişti. Her kimse, bir laneti hak etmişti doğrusu. İçeri girerken o ezilmiş kakanın üstünden atladı ve buna basma şanssızlığı başına gelen şahısa acıdığını hissetti. Sonra aklına unuttuğu bir şey vardı, ah, cübbesini temizlemeyi unutmuştu. Dışarı tekrar çıkıp da pat pat temizlemeye de üşeniyordu doğrusu. Önce burnuna az evvelki koku çarptı, Tanrı aşkına, bu kişi milletin yemek yediği yere nasıl girmişti bu halde? Ardından bu şahısı buldu gözleri ile. O an neredeyse kalbi tekledi, az daha duracaktı. ''Oh, Jam!'' sevinç dolu bir sesle haykırarak onun yanına gitti. Kıza peçete uzatan kişinin elinden peçeteyi kendi aldı ve Jamie'ye uzattı. ''Harika görünüyorsun. Yani, müthişsin. Yani, onu demeyecektim, diyecektim ki: Az önce seni gördüm ve sakar bir aptalın bana çarpması yüzünden gözden kaybettim. Burada olacağını düşünmemiştim.'' Kızardığı on metreden bile belli olacak kadar belirgindi. Sonra masum bir gülümseme takındı. Bunu gerçekten iyi yapabiliyordu, bu yüzle. ''Sana yemek ısmarlayabilir miyim? Beraber yiyelim yani.'' Sonunda soruyu sorabilmişti.
Flourish & Blotts'da gördüğü ''İncil'' ile şaşkına dönen Attila, büyücü dünyasına sızan Hristiyanları merak etmeye başlamıştı. Ve Diagon yolundan Hogsmead'e cisimlendiğinde hala bu merakı devam ediyordu. Acaba az önce düşündüğü ''öz''e mi inanıyordu bunlar? Bu kitabın içindeki siyasal ve putperest ekleri fırlatıp atarak okuyan tipler miydiler yani? Yoksa büyücülerin birden inançlı olup da büyü yapmayı bırakmasını mı istiyorlardı? Paganlara yapılan korkunç muameleyi haklı kılmak için biz büyücülerin yeteneklerini bahane etmişlerdi. O zavallılarda onların var olduğunu sanmışlardı. Zaten o esnada büyücü ve cadılar şimdiki gibi değillerdi, bazıları büyü gücünü Pagan inançlarının doğrultusunda kullanmış, yeni model dinin mensuplarının, yani Hristiyanların nefretini kazanmışlardı. Yahudilerle işbirliği yapan büyücü ve cadıları da bu nefrete dahil etmekte çok zor değildi ayrıca. Gerçek cadılar insanların zulmünden kurtularak bunların korkularını arttırırken, olan zavallı kadınlara ve Pagan inancını halen sürdürmek isteyen bazı kişilere olmuştu. Bu katliamlar yüzden büyü dünyasında çok az Hristiyan görürdü. Aziz ve Azizelerin adını anmak yerine genelde en saygın ve güçlü büyücülerden olan Merlin'in adını anıyorlardı ki bu da kültürel olarak halen eski alışkanlıkların sürdürülmesinin soucuydu. Sonuç olarak tüm büyücü dünyasında bu tarz inançlarla ilgilenen biri yoktu, Attila haricinde. Bu nedenle Flourish & Blotts'daki o kitap da gerçekten büyük bir sürpriz olmuştu.
Gülümseyerek etraftaki canlı kalabalığa baktı Attila, az ileride parlayan kızıl kafayı hemen fark etmişti. Sade kıyafetlerinin altında sakladığı enfes bedeni ile bir bütün oluşturuyordu inanılmaz derecede sevimli bir yüz ile en ufak rüzgarla savrulan kıpkırmızı saçlar. Kahverengi gözlerini kırpıştırdı, Attila. O kızdan gerçekten hoşlanıyordu. Ona kendini göstermek için el salladı ama anlaşılan fark edilmemişti. Tam elini indirecekken bir büyücü olanca gücü ile kendisine çarptı. Zayıf bedeni normalde güçlü olsa bile şu an aklı başka yerde olduğundan dengesini yitirdi, yere doğru savruldu. Düşüş oldukça hızlı olmasına rağmen, yaşadığı şok yüzünden sanki saatler sürmüş gibiydi. Upuzun, koyu kahve saçları yüzüne düştü ve tamamını kapladı simasının. Elinde bir çanta falan yoktu ama gene de refleks olarak elleri ile defterler, çantalar falan aradı. Zira buraya her gelişinde bir parça okul için alışveriş yaptığı günlere dönüyordu. ''Özür dilerim hanımefendi.'' dedi adam elini uzatarak. Attila yüzündeki saçları kenara atarkan, dolgun sayılabilecek dudakları o an sinirle büzüştü ve gözlerine sert bir ifade geldi. ''Saçları uzun büyücüleri 'cadı' diye yaftalamaktan ne zaman vazgeçeceksiniz, baksanıza, çoğu büyücünün saçlar sakallar yerlere varıyor. Zira Merlin de öyle yaparmış. Kendinizden utanmalısınız bunca kişiye ve hatta Büyük Merlin'e laf söylemiş sayıldığınız için.'' dedi Attila adamın uzattığı eli iterek kendi çabası ile kalktı. ''Şey, hayır, saçların değil sadece.'' diye geveledi adamcağız ama nafileydi bu çabası. Attila'nın yüzünde daha beter öfke belirdi. ''S.çtın, bari sıvama, daha beter ediyorsun. Çekil önümden.'' dedi küstah bir şekilde ve saçını savurarak adamın yanından rüzgar gibi geçti. Aslında kendisini kıza benzettiği için kızmamıştı adama, yere düşürdüğü için de kızmamıştı. Sakar herif yüzünden Jamie'yi kaçırmıştı gözden. Şimdi, bu kalabalıkta nasıl bulacaktı onu tekrar? O an acıktığını hissetti. Kader bu ya, aklına Domuz kafası gelmişti onun da. Gerçi şimdilerde kimde kader inancı kaldı ki.
Oh, sonunda çoşkulu ve heyecanlı kalabalığı aşarak geldi istediği yere. Cidden merak ediyordu, yılın her anında, bu kadar kalabalık olmayı nasıl başarıyordu burası? Bir yerleşim yeri olması sebeplerden biriydi ama insanların evinde oturduğu bir çok yerleşim yeri görmüştü ve hepsinde de buradaki kadar dükkan, buradaki kadar da ev, insan vardı. Belki de buranın bir 'büyüsü' vardı, kim bilir. Dükkana girmeden önce dikkatini yerdeki ezilmiş kaka çekti. Gerçekten çok kötü kokuyordu. Tanrı aşkına, kim buraya hayvanını dışkılatmıştı ve kakasını alıp çöpe atma nezaketini bile göstermemişti. Her kimse, bir laneti hak etmişti doğrusu. İçeri girerken o ezilmiş kakanın üstünden atladı ve buna basma şanssızlığı başına gelen şahısa acıdığını hissetti. Sonra aklına unuttuğu bir şey vardı, ah, cübbesini temizlemeyi unutmuştu. Dışarı tekrar çıkıp da pat pat temizlemeye de üşeniyordu doğrusu. Önce burnuna az evvelki koku çarptı, Tanrı aşkına, bu kişi milletin yemek yediği yere nasıl girmişti bu halde? Ardından bu şahısı buldu gözleri ile. O an neredeyse kalbi tekledi, az daha duracaktı. ''Oh, Jam!'' sevinç dolu bir sesle haykırarak onun yanına gitti. Kıza peçete uzatan kişinin elinden peçeteyi kendi aldı ve Jamie'ye uzattı. ''Harika görünüyorsun. Yani, müthişsin. Yani, onu demeyecektim, diyecektim ki: Az önce seni gördüm ve sakar bir aptalın bana çarpması yüzünden gözden kaybettim. Burada olacağını düşünmemiştim.'' Kızardığı on metreden bile belli olacak kadar belirgindi. Sonra masum bir gülümseme takındı. Bunu gerçekten iyi yapabiliyordu, bu yüzle. ''Sana yemek ısmarlayabilir miyim? Beraber yiyelim yani.'' Sonunda soruyu sorabilmişti.
- Jamie Lea d'EstaignDe Vries
- Mesaj Sayısı : 39
Kayıt Tarihi : 24/04/12
Yaş : 32
Nerden : Ben bilmem beyim bilir u.u
Lakap : Jam
Geri: Dalınmalık Rp Geldi Hanım!
Çarş. Mayıs 02, 2012 11:51 am
Bazen aradığımız o şeyi... Neyse, her ne ise o şey, kavanozun dibinde kalmış şokellaya benzetiyorum. Bir gece yarısı, şiddetle tatlı yeme ihtiyacı içinde dolabı açıp, artık boş sayılacak bir kavanozla karşılaşmanın verdiği can sıkıntısına rağmen; elde bir bıçak ya da tatlı kaşığı ile kavanoza bulaşmış son zerreciği sıyırma çabası var ya...İşte öyle bir telaş aslında... Sevilmek mi, şefkat mi, aidiyet mi, başarı mı, huzur mu?... O sıyırmak için uğraştığımız şey yani... Kavanozun dibinde kalan...Bazen yaşadığımız o şeyin... Neyse, her ne ise; sanki sadece yürekten oluşan bir bedenmiş gibi nefes almamıza neden olan o şeyin bizi bir kavanoza çevirdiğini düşünüyorum. İçinde bulunanlar bir varoluş nedeni iken, onlar gittiği anda bomboş, yapayalnız ve amaçsız kalan kavanozlar gibi. "Şimdi ne olacak bana?" sorusu kocaman bir bulut havada, ha yağdı ha yağacak gibi dururken... Yeni bir şeylerle dolarak yeni bir varoluş sebebi bulmak ya da bambaşka bir amaçla hayatta kalmak ya da kendi gibi diğer boş kavanozlarla birikmek bir kuytu köşede... Budur halimiz kimi zaman...Kalbimde birikirken onca şey; tıka basa dolduğunda fırlatıp atacak gibi o kapağı sanki. Dışarı taşacak hepsi ki taştığı da olur sıklıkla... Ama mesele kalbin tıka basa dolması değil dolan o kalbin bir kavanoza benzedikçe, kırılma, darmadağın olma payının yükselmesidir... Kalın camdan ve sağlam görünse de, yüksekten düştüğünde kurtuluşu, tamiri yoktur artık. İşte bu yüzden her birimiz bazen emin olmadığımız ellere teslim ettiğimizde o dolup taşan kalbi, içindekilerle parçalanma riskini de göze alırız. Belki de bu yüzden pürüzsüz ve kırıksız değildir hiçbirimizin kalbi... Üzerine danteller örülmüş, camı boyanmış, kapağına fırfırlar dikilmiş, göbeğine etiketler yapıştırılmış, özensiz; renkli, renksiz, küçük, büyük, çatlak, ağzının kenarı kırk kavanozlar gibidir aslında ömrümüz. Ne ile, nasıl ve ne zaman dolacak, sonrasında ne olacak bilinmeyen...Bazen aradığımız o şey, neyse, her ne ise o şey; bir başkasının ömründe dipte kıyıda kalmış son zerrecik olabilir. Biz elimizde bir bıçak ya da kaşık, o ömürden ne sıyırırım telaşı ile didinirken, düşürdüğümüz, düşürüp parça parça ettiğimiz, bazen bir şey kalmamış bunda diyerek bir kenara attığımız; bazen de kalan o son şey her ne ise yavaş yavaş ve uğraşarak tadına vardığımız, bitirip içinde kaşığı çınlattığımız kavanozlar ise bizden gayrı ömürler... Boş kavanozu alıp gözümü dayar, dünyaya kavanozun dibindeki kalın camından bakar; hiçbir şeyi net göremezdim... Komik komik olurdu tüm şekiller... Yıllar geçti, "Kavanoz dipli dünya" derlerdi... Gittiğim ilk cenazenin dönüşünde aklımın bir kenarına not ettim. "Bitimli" dünya imiş meğer... Ama en kötüsü bu bitimli dünyada size kalan bir kaç şeye sığınırken onları da kaybetmeniz. Dünya garip. Sizi zorla içine çekip sonra atmak için inatlaşıyor.
Tüm bunlar bana göre değil gibi geliyor aslında. Benim gibi birine göre... Ama doğru. Bu ergen saçmalıkları gibi duran düşünceler bana ait; bana, Jamie Lea d'Estaign'e. Size neden bu tarz düşüncelere zaman zaman kapılıp gittiğimi anlatırım elbet, ancak o gün bugün değil. Benim şimdi büyük bir şans eseri karşılaştığım Attila ile ilgilenmem gerek. Aramızda kalsın bu çocuktan çok hoşlanıyorum. "Ah, Attila! Bu hoş bir sürpriz mi yoksa değil mi pek karar veremedim doğrusu." diyorum utangaç bir şekilde gülümseyerek. Elbette onu gördüğüme seviniyorum ancak ayağıma buluşan dışkıyı henüz silememiştim. "Yani, yanlış anlama!" diyerek düzeltmeye çalışıyorum telaşla. Yüzüme gelen kızıl saçlarımı çekiyorum ve devam ediyorum biraz daha sakinleşerek. "Az önce bir dışkıya bastım kapının önünde. Karşına bu halde çıkmak istemezdim pek." Ardından onun uzattığı peçeteyi alıyorum ve özenle silmeye başlıyorum bir sandalyeye oturup. "Sen benden daha iyi görünüyorsun doğrusu. Saçlarına bayıldım." diyorum ve ardından gelen yemek teklifi. Gözlerim parlıyor. "Yemek mi? Açlıktan ölüyorum. Buna bayılırım." Acaba heyecanım sesimden belli oluyor mu? Onun yüzüne de pek bakamıyorum. Yüzümde bir alev topu patlamış gibi. Umarım kızarmamışımdır.
Tüm bunlar bana göre değil gibi geliyor aslında. Benim gibi birine göre... Ama doğru. Bu ergen saçmalıkları gibi duran düşünceler bana ait; bana, Jamie Lea d'Estaign'e. Size neden bu tarz düşüncelere zaman zaman kapılıp gittiğimi anlatırım elbet, ancak o gün bugün değil. Benim şimdi büyük bir şans eseri karşılaştığım Attila ile ilgilenmem gerek. Aramızda kalsın bu çocuktan çok hoşlanıyorum. "Ah, Attila! Bu hoş bir sürpriz mi yoksa değil mi pek karar veremedim doğrusu." diyorum utangaç bir şekilde gülümseyerek. Elbette onu gördüğüme seviniyorum ancak ayağıma buluşan dışkıyı henüz silememiştim. "Yani, yanlış anlama!" diyerek düzeltmeye çalışıyorum telaşla. Yüzüme gelen kızıl saçlarımı çekiyorum ve devam ediyorum biraz daha sakinleşerek. "Az önce bir dışkıya bastım kapının önünde. Karşına bu halde çıkmak istemezdim pek." Ardından onun uzattığı peçeteyi alıyorum ve özenle silmeye başlıyorum bir sandalyeye oturup. "Sen benden daha iyi görünüyorsun doğrusu. Saçlarına bayıldım." diyorum ve ardından gelen yemek teklifi. Gözlerim parlıyor. "Yemek mi? Açlıktan ölüyorum. Buna bayılırım." Acaba heyecanım sesimden belli oluyor mu? Onun yüzüne de pek bakamıyorum. Yüzümde bir alev topu patlamış gibi. Umarım kızarmamışımdır.
- Attila QinghaiSt. Mungo IV. Kat Çalışanı, De Vries
- Mesaj Sayısı : 564
Kayıt Tarihi : 24/04/12
Nerden : Sincan Uygur Özerk Bölgesinden
Geri: Dalınmalık Rp Geldi Hanım!
Cuma Mayıs 04, 2012 2:56 pm
Dünyada iyi ve kötü yok aslında. Faydalı ya da faydasız olan var. Kötüymüş gibi algılanan çoğu şey aslında faydasız. Bencillik mesela, kime ne faydası var? Kendi çevrene, kendi içine topladığın her şey sadece zarar veriyor çevreye. Oysa fayda toplumsaldır. Ve öldürmek, ta kendisinin zarar olmasının yanında, bir başka zararları da vardı. Onca deneyim, onca bilgi, onca beceri bir anda pat diye çöpe gidiyordu. Büyük bir zarardı birinin ölümü, en ufak çocuğun, bebeğin ölümü bile potansiyelin zararına giriyordu. Önemli olan kişi değildi, hiç bir zaman olmamıştı bunun yanında, kişi sadece genel yararın bütünlemesinin bir parçasıydı. Hal böyleyken tek başına elde ettikleri değerli olamazdı, ancak sahip olduğu değerler kat be kat önem kazanırdı. Bu da 'iyilik' adı altında olan şeyleri başkalarına, genel olarak topluma yapılanlar olmasını iyi açıklıyordu. Aynı şekilde Tanrı da şayet 'iyi' ise o zaman insanlara yararlı bir varlık olmalıydı. Verdiği emirlerin sonuçları katliam ya da başka türlü kötülük olmamalıydı. Büyücü dünyasının annesi ve babası olan insanlar gibi insanlara yaptığı şeyler toplumsal bir zarardı. Gerçi De Vries'inki de toplumsal bir zarardı o açıdan bu grubu pek tutmuyordu. Tarafında olmasının nedeni 'kıssas''tı. Kıssas, göze göz, dişe dişten de öte bir şeydi. 'Rüzgar eken, fırtına biçer' idi asıl anlamı. Bir varlığa zarar veriyorsan elinde bir neden olmalı. Neden, sadece keyfi ve kibirsel ise bu seni fırtınayı hak eden konumuna getirirdi. Bu yüzden kıssas en kötü intikamdı. Kurunun yanında yaşın yanmasıydı. Keyfi değildi, haktı. Sonuçta yaş olduğunu sananlar, gerçekten olayda bir beis görseydi kendi düzenlerine itiraz ederlerdi, öyle değil mi? Bir insanın hiç bir etki etmeden yaşaması da aynı derecede 'kötülük' idi sonuçta. Bu hatta ve hatta İncil'de de işlenirdi. Bu yüzden söz konusu taraf tutmak olunca, önce buna bakardı: Nedene. Sonra bunun kendine olan yararını, zararını hesaplardı. Sonra o zarar ve yararın kendisi için önemine. Belki de çok fazla zarara girecekti ama bunun elde edeceği şeyler söz konusu olunca pek de önemli olmayacağına emindi Attila.
İlk cümleden sonra suratı azıcık asılmıştı zarif büyücünün. Ancak, Jamie'nin sözüne getirdiği ek, keyfini yeniden yerine getirmişti. Demek ki hoşlandığı kız, karşısına nasıl çıkmak istediği konusunda kafa yoruyordu. Harika idi bu. Matthew'i terk ettiğinden beri hissettiği kendine güvensizlik, keder biraz hafifledi. Yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Ve sonraki sözleri, kızın, oh, ağzı resmen kulaklarına vardı o an. ''Teşekkür ederim. Ama ikinci kısma katılmıyorum. Senin gibi birisi her zaman herkesten iyi görünür. Ben de dahil.'' dedi. Ayrıca yemek teklifini kabul etmesinden dolayı metalcilerin yaptığı zafer hareketlerini yapmamak için kendini zor tutuyordu. Zira kızın kendisiyle ilgilenmesi dünyanın en büyük olayıydı şu anda. Ancak, ya arkadaşçaysa bu ilgi? Bakışlarına yeniden gölge düştü ve etrafına bakındı. Of, burada kendinden daha erkeksi, daha seksi bir sürü erkek vardı. Belki bir kıza aşık olmasaydı ve aklını tamamen ona kaptırmış olmasaydı gördüğü anda, onları beğeni ile süzüyor bile olabilirdi. Oysa şimdi, sadece kıskançlık, haset vardı bakışlarında. İştahı da ansızın kaçmış, morali de aşırı bozulmuştu. ''Şey, yemeği daha sessiz daha sakin...'' diye başladı ama vazgeçti. Dışarıda daha fazla rakip vardı. Omzunu silkti ve bir masa buldu. Belki de fazla ileri gidiyordu, kızı ürkütecek, sıkacaktı en başından. Kıza kendi de bakamıyordu ki doğru düzgün onun yüzündeki kızarmayı görsün. Taktiksel hareket etmeliydi, onun huyunu suyunu öğrenip ona göre tavır almalıydı. Yoksa onu tamamen kaybederdi, işte o an, o kadar dünyası kararırdı ki, Nils bile o ürkütücü gücüyle aynı etkiyi yaratmayı asla başaramazdı. Hatta Matthew tüm anılarını gelse de, silse, bu kadar bunalıma sokamazdı genç büyücüyü. Kızın sandalyesini tuttu ama kararsız kaldı. Belki centilmenlikten kırılanlardan hoşlanmıyordu. Kadınlarla ilgili bir zamanlar bildiği şeyleri de büyük ihtimalle heyecanının etkisiyle ansızın unutmuştu. Kızın oturmasını bekledikten sonra çekingen bir şekilde karşısına geçti. Sipariş vermek için fena halde yaşlanmış olan barmene el salladı. Fakat abartılı ya da aşırı zarif hareket etmemek için çok kasıldı. Bazı kızlar bu tavırlarını cinsel tercihleri ile alakalı sanıyordu. Oysa Attila kendini hiçbir zaman kadın gibi hissetmemişti, asla da hissetmeyecekti. Bir erkekle birlikte olurken bile bunu kadın gibi hissettiği için değil, onları çekici bulduğu için yapıyordu. Garson gelince soruyu Jam'e kendisi sordu: ''Ne yemek istersin? İstediğini seç, pahalı bile olsalar önemi yok. Benim için sorun olmaz, yani iyi kazanıyorum diyebilirim.'' Oh, nereden çıkmıştı bu şimdi? Kıza bir de evlenme teklif etseydi ya. Kızardı. ''Yani istediğini, istediğin kadar söyleyebilirsin.'' dedi sesi kısılarak. Elleri ayaklarına titreme yayılıyordu resmen, heyecandan ve takıntıdan ölüyordu resmen. Kaç gündür içini yiyen o acı, depresiflik tekrar geri gelmişti.
İlk cümleden sonra suratı azıcık asılmıştı zarif büyücünün. Ancak, Jamie'nin sözüne getirdiği ek, keyfini yeniden yerine getirmişti. Demek ki hoşlandığı kız, karşısına nasıl çıkmak istediği konusunda kafa yoruyordu. Harika idi bu. Matthew'i terk ettiğinden beri hissettiği kendine güvensizlik, keder biraz hafifledi. Yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Ve sonraki sözleri, kızın, oh, ağzı resmen kulaklarına vardı o an. ''Teşekkür ederim. Ama ikinci kısma katılmıyorum. Senin gibi birisi her zaman herkesten iyi görünür. Ben de dahil.'' dedi. Ayrıca yemek teklifini kabul etmesinden dolayı metalcilerin yaptığı zafer hareketlerini yapmamak için kendini zor tutuyordu. Zira kızın kendisiyle ilgilenmesi dünyanın en büyük olayıydı şu anda. Ancak, ya arkadaşçaysa bu ilgi? Bakışlarına yeniden gölge düştü ve etrafına bakındı. Of, burada kendinden daha erkeksi, daha seksi bir sürü erkek vardı. Belki bir kıza aşık olmasaydı ve aklını tamamen ona kaptırmış olmasaydı gördüğü anda, onları beğeni ile süzüyor bile olabilirdi. Oysa şimdi, sadece kıskançlık, haset vardı bakışlarında. İştahı da ansızın kaçmış, morali de aşırı bozulmuştu. ''Şey, yemeği daha sessiz daha sakin...'' diye başladı ama vazgeçti. Dışarıda daha fazla rakip vardı. Omzunu silkti ve bir masa buldu. Belki de fazla ileri gidiyordu, kızı ürkütecek, sıkacaktı en başından. Kıza kendi de bakamıyordu ki doğru düzgün onun yüzündeki kızarmayı görsün. Taktiksel hareket etmeliydi, onun huyunu suyunu öğrenip ona göre tavır almalıydı. Yoksa onu tamamen kaybederdi, işte o an, o kadar dünyası kararırdı ki, Nils bile o ürkütücü gücüyle aynı etkiyi yaratmayı asla başaramazdı. Hatta Matthew tüm anılarını gelse de, silse, bu kadar bunalıma sokamazdı genç büyücüyü. Kızın sandalyesini tuttu ama kararsız kaldı. Belki centilmenlikten kırılanlardan hoşlanmıyordu. Kadınlarla ilgili bir zamanlar bildiği şeyleri de büyük ihtimalle heyecanının etkisiyle ansızın unutmuştu. Kızın oturmasını bekledikten sonra çekingen bir şekilde karşısına geçti. Sipariş vermek için fena halde yaşlanmış olan barmene el salladı. Fakat abartılı ya da aşırı zarif hareket etmemek için çok kasıldı. Bazı kızlar bu tavırlarını cinsel tercihleri ile alakalı sanıyordu. Oysa Attila kendini hiçbir zaman kadın gibi hissetmemişti, asla da hissetmeyecekti. Bir erkekle birlikte olurken bile bunu kadın gibi hissettiği için değil, onları çekici bulduğu için yapıyordu. Garson gelince soruyu Jam'e kendisi sordu: ''Ne yemek istersin? İstediğini seç, pahalı bile olsalar önemi yok. Benim için sorun olmaz, yani iyi kazanıyorum diyebilirim.'' Oh, nereden çıkmıştı bu şimdi? Kıza bir de evlenme teklif etseydi ya. Kızardı. ''Yani istediğini, istediğin kadar söyleyebilirsin.'' dedi sesi kısılarak. Elleri ayaklarına titreme yayılıyordu resmen, heyecandan ve takıntıdan ölüyordu resmen. Kaç gündür içini yiyen o acı, depresiflik tekrar geri gelmişti.
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz