leviathan rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Aşağa gitmek
Niegoslaw Herman
Niegoslaw Herman
Ravenclaw V. Sınıf
Ravenclaw V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 75
Kayıt Tarihi : 09/04/12

Özlem Empty Özlem

Perş. Mayıs 03, 2012 2:48 pm

    “Efendim anahtar hazır.”
    Platin renkli saçları, muggle icadı olan helikopterin yarattığı hava akımı yüzünden adeta kafatasından sökülürcesine dalgalanıyordu. Soğuk bir akşamüstüydü. Çehresini yalayan hava akımının yarattığı soğukluğun arasında yaklaşan gecenin kadim dostunun soğukluğu ile dondurucu bir vaziyet alıyordu. Kulaklarında uğuldayan sesin gürültüsü başının daha sonra ağrımasına sebep olacağını biliyordu genç büyücü. Kazan şehri yakınlarında, Varşova Yenilikçileri’ne destek veren bir çeşit askeri örgütün kamp alanına gelmişti dün gece. Acil ve zorunlu bir seyahat ile. Peşindeki suikastçıların ona çok yaklaştığını gözleri ile görmüştü. Yatak odasının penceresinin ötesinde yükselen mermi seslerinin ardından, cam kırılma sesleri, çığlıklar ve anlam veremediği büyülü ışık fıskiyeleri arasında kalmıştı. Silahların uğultusu hala kulaklarında çınlarken, eli istemsizce sağ göğsüne gitti. Cam kırıkları ile beraber saplanan merminin acısını hala hissedebiliyordu. Buzu mavisini andıran ifadesiz bakışlarından taviz vermez bir şekilde, siyah çadıra giren ve onu korumakla yükümlü büyücüyü başı ile onayladığında, omuzlarına bırakılan siyah cübbesinin ağırlığını hissetti. Midesinde ekşime ağzında kekremsi bir tat oluşmasına sebebiyet verirken, oturduğu masanın üzerindeki bardaktaki likörün tamamını boğazından aşağıya boca etti. Yavaş ve sakince ayağa kalktığında yalnız olduğunu düşündüğü çadırın içindeki hareketlilik onu şaşırtmıştı. İki büyük bavul ondan önce okula çoktan gittiğini biliyordu. Şimdi ise sadece kendisi oraya öğrencilik görevini getirmek için gidiyordu. Buzul mavisi bakışlarını önüne devirdiğinde, gümüş ve mavinin en sıcak tonlarının birleşmiş şeklini alan kravatına baktı. Sonra bacaklarını içeriye dolan soğuk yüzünden hissizleşmesini engelleyemeyen siyah kumaş pantolona devirdi bakışlarını. Kafasından geçen soğuk zincirlerle başını hafifçe yukarı kaldırdı. Hemen arkasından, gömleğinin yakasını tutan sıcak bedenlerin ellerini hissetti. Göğsüne inen zincirin ucundaki oval tılsımın mistik gücünü solurken, birazcık rehavet hissi ile kendine gelmişti. Göğsünde oluşan soğukluğu umursamadan çadırın dışındaki hareketliliğin içine daldı. Büyücü ve muggle olan insanların onu selamlamalarını izledi. Kalabalığın etrafını çevrelediği taş bir dikite doğru adımladı. Cübbesinin cebindeki asasını tam anlamı ile hissettiğinde, siyah cübbesinin omzunda hissettiği baskı ile başını o yöne çevirdi. Helikopterin hava akımı yüzünden, akbabasının kanatlarının yarattığı akımı hissetmemişti. Akbabasının siyah tüylerinden yayılan türüne has kokusunu ciğerlerine boca ettiğinde elini dikili taşa koydu. Tam bu sırada kalabalıktan yükselen büyük bir gürültü onu neredeyse sağır edecekti. “Çok yaşa VI.Niegoslaw!” İsmini anan bedenleri asası ile selamlarken, anahtarın aktif hale gelmesi ile görüş alanı kısıtlandı. Uzunca bir dönüşten sonra mavi ve beyazımsı ışıkların arasında kayboldu.

    ***
    Ayaklarının yerden kesilmesinden sadece birkaç saniye sonra, ayakkabının tabanı toprak zemine düşercesine basmıştı. Ciğerlerine boca ettiği havanın içinde tanıdık orman kokusu onu biraz daha kendine getirirken, akbabası dört senedir dolaştığı ormanı tanımışçasına derinliklerine doğru havalandı. Akşam üstünün soluk ışıklarının güçlü sayılabileceği bir zaman dilimiydi. Ufuk çizgisinde oynaşan gün ışığının tatlı sıcaklığını, üşümüş bedeninde hissetmesi, kaslarının garip bir şekilde kasılmasına neden olmuştu. Akbabasının gökyüzüne doğru yükselişini izledi. Maviliğin koyu bir renk kazandığı ve kırmızı ile ürkütücü bir gece rengine dönüşmeye hazırlandığı gökyüzüne odakladı buzul mavisi bakışlarını. Kulaklarında uğuldayan sesler kafasının şimdiden ağrımasına sebebiyet vermişti. Başını kurumaya yüz tutmuş otların içine çevirdiğinde, cebinde önceden hazırladığı mektubu çıkardı. Zihninde canlanan görüntü ile birlikte bedeninde özlem duygusu peydahlanmıştı. Kızıl saçları ile gün batımında bir alevi andıran, ilahi bir sevgi ile süslenmiş yüz hatlarını süsleyen ve özlemini duyduğu içinde dipsiz anaforlara dalıp büyük tesirlere bağlanmasına neden olan gözlerin o tanıdık parıltısı zihninde canlanmıştı. Aşık olduğu bedeni en son ne zaman gördüğünü kendi kendisine sorgulamaya başladı. Karar kıldığı zaman dilimi dördüncü sınıfın dönem sonuydu. Oldukça uzun zaman olmuştu. Büyük bir tutku ile bağlandığı ve kalbinin belki de onun yanında varlığını bedenine hissettirdiği bedene yaptığı haksızlık yüzünden kendisine kızmaya başlamıştı. Bunca zamandır, babasından kaçmıştı. Ona ilk karşı geldiği andan itibaren ondan kaçmaya başlamıştı. Sevgisini ve belki de ilahi bir saygıyı hak eden aşık olduğu bedene beslediği duygular için engel teşkil etmez iken, bu sene büyük bir engel teşkil etmişti. Bedenine giren sıcak metalin ve soğuk camların yarattığı acı hissiyatı içerisinde, kalbinin kulaklarında attığı anda onun yüzünü görüp korkuya kapılışını hatırladı genç büyücü.

    Akbabanın kanat sesleri ile birlikte ürküp kendine gelmişti. Anlık yaşadığı korkunun bedeninde yarattığı hasarı umursamadan toprak zemine inen akbabasının yanına gitti. Mektubu gagasına sıkıştırırken, kurumuş ve kırmızı rengini kaybetmiş kenarları mor rengini kazanmış dudaklarını araladı. “Bunu Rose’a götür Petrus. Ve buraya gelmesine yardım et.” Sözcükleri adeta zorla havaya solumuş gibi hissetti. Yorgunluktan bitap düşmüş bedeninin iyi görünmesini umarak gökyüzüne uçan akbabasını izledi buzul mavisi bakışları. Bedeninde dolaşan kanın daha şimdiden hızlanması, heyecan duygusunun damarlarına zerk edilmesi yüz hatlarının biraz daha canlanmasına neden olmuştu. İstemsizce, saçma bir tedirginliğe kapılmıştı. Rose’un buraya gelip kendisini azarlamasından korkmuştu. Dün gece yaşadığı korkuyu bir kez daha bedenine davet ettiğini anladığında, nefes alışverişi bozulmuştu. Ciğerlerine dolan hava bazen çok bazen az bir şekilde eşlik ediyordu. Buda onun başının dönmesine neden oluyordu. Gözlerini defalarca kırpıştırıp, alışık olduğu ortamın ışığına alışmamış bir şekilde davranması gözlerinin sulanmasına neden oluyordu. Büyük bir tedirginlik duygusu peydahlanmıştı bedeninde genç büyücünün. İstemsizce avuç içleri terlemeye başlamış, baş ağrısı ile harmanlanan bir baş dönmesini hediye etmişti kendisine. Toprak zemin üzerinde tedirgin ve sabırsız bir şekilde adımlarken, belli bir hat üzerinde git gel yaptığının farkında değildi. Çehresinde ise tedirgin bir ifadenin yerine büyük bir gülümseme vardı. Okulunun tanıdık mimarisinin uzuvlarına dönen buzul mavisi bakışları özlem ile kutsandığında, zihninde yıllar öncesine ait gibi duran düşüncenin içindeki bedeni ormanın tehditkar uzuvları arasında arıyordu. Kalbi büyük bir hızla çalışırken, genç büyücü leydisinin önünde diz çökmeyi arzulayan bir lordu temsil ediyordu sadece.
Rose Royceston
Rose Royceston
Hufflepuff V. Sınıf
Hufflepuff V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 87
Kayıt Tarihi : 14/04/12
Lakap : Ateşin Kızı

Özlem Empty Geri: Özlem

Paz Mayıs 06, 2012 12:47 pm
    Saat sekizi çeyrek geçe vaktini gösterirken, beyaz renklerin hakimiyeti altına aldığı odada tiz bir zil sesi duyuldu. Yeni doğmuş sabah güneşi, odanın kuzeyinde kalan duvarı açık altın rengine boyuyordu. Üstü pembe gül desenli nevresim takımı hareketlendi ve yorganın altından kızıl saçlar fışkırdı. Rose Royceston için okulun ilk günüydü. Yorganı üstünden sıyırdı ve inleyerek yataktan kalkmaya çalışırken bacaklarını sarkıttı. Beyaz tülden cibinliği aralayarak dışarı çıkarken, yüzüne vuran güneşten rahatsız olup kolunu gözlerine siper etmişti. Sersem bir tavırla yataktan kalkar kalkmaz, eteği göbeğine kadar yükselmiş geceliği diz kapaklarını buldu. Kuş yuvasına dönmüş saçlarını ve gözüne giren kâküllerini yok sayarak banyoya yöneldi.

    Odaya döndüğünde, günün iyice ağardığını gördü Rose. Açık mavi gökyüzündeki bulutların doğusuna yansıyan sarı tonları, yeni güne umut dağıtıyor gibiydi. Cadı, gömme dolabın kapaklarını açarken yüzünde fark etmeden yapıştırdığı minik bir sırıtış vardı. Önceki gece geçip hazırladığı açık renk kumaş pantolonunu ve eteği fırfırlı bluzunu astığı askılığı çıkardı. Geceliğinin kollarını omuzlarından çıkardı ve yere doğru hızla süzülmesine izin verdi. Dar paça pantolonunu bacaklarından, bluzu kollarından geçirdi. Ten rengi üstüne koyu gri çiçek desenli bluzun kurdelesini tam göbeğinin üstüne gelecek şekilde fiyonk bağladı. Kapının arkasına yerleştirdiği çantasını ve tekerlekli bavulunu aldı ve evi terk etti. Ev ahalisiyle akşam yemeğinde vedalaşılmıştı, sabahın köründe kimseyi uykusundan etmenin alemi yoktu. Evin kahyası Madge, kapıyı açarken yüzüne aydınlık bir gülümseme kondurmuştu. “İyi yolculuklar, leydim. Buyrun, size yolda yemeniz için bir şeyler hazırladım. Aç açına gitmeyin.” Rose, eline tutuşturulan yarı şeffaf kutuya kibar bir gülümsemeyle baktı. “Teşekkür ederim, Madge, Noel’de görüşürüz.” Saatlerce trende kalacağı için acil durumda kullanılacak her türlü eşyasını sokuşturduğu beyaz deri çantasını çıkardı ve kutuyu içine yerleştirdi. Kafasını kaldırıp, veda edercesine bir kez daha gülümsedi ve peşinden çektiği tekerlekli valizle evden ayrıldı.

    King’s Cross, tahmin ettiği gibi, ana baba günüydü. On üç yaşından, on sekiz yaşına kadar birbirinden farklı bir sürü gencin ailesiyle akın ettiği tren istasyonuna, Rose yalnız gelmişti. Buna üzülebilirdi fakat sevdiği gençle buluşacak olma ihtimali içindeki tüm yalnızlığı çekip alıyordu. Valizini çekerek eksprese bindi ve dokuzuncu kompartımanda yerini aldı. Niegoslaw henüz ortada yoktu. Cadı, onun geleceğinden emindi fakat vakit su gibi akıp geçti ve tren hareketlendi. Demek gelmemişti. Nerede kaldığını, başına bir şey gelip gelmediği konusundaki endişelerini bir kenara atmak istese de yapamadı. Başını cama yaslayan genç kız, rüzgarla uçuşan bitkilere odaklanmaya çalışarak gözyaşlarını içine hapsetti.

    ***

    Hogwarts’ta akşam yemeğinden sonraydı. Alacakaranlık gökyüzü giderek koyulaşıyor, yıldızları havaya serpiştiriyordu. Rose, her zamanki gibi kütüphanedeydi. Burayı öyle özlemişti ki! Kitaplar denizinde boğulmak, parşömen kokusunu iliklerinde hissetmek evinde yapamadığı şeylerden biriydi. Hangi kütüphaneye giderse gitsin, huzuru ve mutluluğu ancak burada bulabiliyordu. Yakın zamanda, daha doğrusu senenin sonunda burayı terk edip gitme zorunluluğunu düşünmek öyle acı vericiydi ki, derin bir nefes alma ihtiyacında hissetti kendini. Baykuşlarda Taşınan Aşk isimli, en sevdiği kitabı çekip çıkardı ve belki yüzüncü kez okumak üzere ilk sayfasını açarken kırmızı, deri koltuklardan birine yöneldi. Arkasında, onu akşam esintisiyle ayıran camın tıklatılmadan önce ancak yirmi sayfayı okuyabilmişti cadı. Arkasını döndü ve camdan yansıyan gaz lambalarının ışığının ötesini görmeye çalıştı. “Petrus?” Cam, onaylarcasına tekrar tıklatıldı. Aziz Petrus, Niegoslaw’un akbabası, işte oradaydı. Rose’u yanına çağırıyor, gagasıyla sürekli sesler çıkarıp duruyordu. Aceleciydi. Niegoslaw’dan haber almanın sevinciyle Rose’un yüzüne yapışan gülümseme dondu. Bu acele, kötü bir haberi veya ani bir hareketliliği haber veriyor olabilir miydi? En yakın pencereyi açan cadı, akbabanın gagasına tutuşturulmuş mektubu titrek ellerle aldı. Yavaş hareketlerle, kraliyet mührünü açtı ve içindeki kağıdı çekti. Yutkundu ve katlanmış kısmını kaldırdı. O tanıdık el yazısıyla, acele bir mesaj çiziktirilmişti. Geldim ve seni çok özledim. Derin bir nefes alan cadı, eline vurup aşağıdaki avluya doğru pike yapan hayvanla buluşmak üzere telaşla bahçeye çıktı.

    Hava çoktan kararmıştı ve yapraklar usul usul sallanıyordu. Rose, başının üstünde kendi etrafında dönüp kendisini bekleyen hayvana bakmak üzere kafasını kaldırınca çoktan hareketlendiğini gördü. Yasak Orman’a doğru, Petrus’un hızına yetişmek için koşarken heyecandan titreyen bacakları sebebiyle birkaç kez düşme tehlikesiyle karşılaştıysa da sonunda üstü kudretli ağaçların yapraklarıyla kapatılmış, neredeyse özel olarak inşa edilmiş gibi görünen doğa harikasının içinde yerini aldı. Niegoslaw, sırtı dönük bir şekilde orada duruyordu. Nefes nefese kalmış kızın öksürüğünü duyarak arkasını döndüğünde, Rose, onun gülümsediğini gördü. İnci gibi, düzgün ve beyaz dişleri parıldıyordu. Cadı, gençten tek farkının koştuğu için allanmış yanakları olduğunu biliyordu. Aslında muhtemelen saçları da dağılmış olmalıydı ama umursamayacak kadar özlem içerisindeydi. Nefesini yavaşlatıp, düzene soktuktan sonra büyücüye doğru koşup sarıldı ve titrek sesiyle konuştu, “Nerede kaldın? Başına bir şey geldi sandım!”
Niegoslaw Herman
Niegoslaw Herman
Ravenclaw V. Sınıf
Ravenclaw V. Sınıf
Mesaj Sayısı : 75
Kayıt Tarihi : 09/04/12

Özlem Empty Geri: Özlem

Salı Mayıs 08, 2012 12:06 pm
    Ormana hükmeden rüzgârın müttefiki alacakaranlık ürkütücü renkleri arasındaydı buzul mavisi bakışları. Çehresini yalayan rüzgârla rehavetin tesiri altına girmişti bedeni. Sadece yirmi dört saat önce büyük bir kargaşanın içinden yaralı ayrılmıştı. Alacakaranlık ile birlikte gitmeye hazırlanırken, babasının adamlarının kaldığı yere saldırması büyük bir kargaşayı ona hediye edilen malikânenin görkemli mimarisinin uzuvlarında gece gri bir leke olarak yayılan dumanı peydahlamıştı. Çığlıklar, ölen bedenlerin yere düşüşleri ve muggle silahlarının uçlarından çıkan mermilerin sesleri… Kulaklarında hissettiği uğultu rüzgârın bozuk ezgili müziği değildi. Dünden kalma mermilerin vızıltılarıydı. Eli istemsizce sağ göğsüne giderken, vurulduğu andaki acıyı, anlık bir sızı olarak hissetti.


      “Efendim çabuk terk edin buraya!”
      “Ne zamandan beri seni yalnız bırakıyorum Wilhem! Sersemlet!”

      Alacakaranlığın yerini ürkütücü siyahlığa bıraktığı gecenin içinde peydahlanan gürültü, mimarinin muhteşem uzuvlarından yayılan yangının yarattığı dumanlar içinde geziniyordu. Avlunun içinden yükselen silah sesleri gecenin müttefiki olan sessizliği peçete misali savurup atıyordu. Yaşlı bedenine tezat hareketler ile üstlerine dönen büyücü güruhunu dağıtan yaşlı büyücünün arkasını kollayan genç büyücü, ortaya çıkan bu manzara karşısında çok eğleniyor gibi görünüyordu. Asasını elinin bir uzantısı gibi kullanıp ona doğru gelen bedenleri etkisiz hale getirmeyi başarıyordu. Avluya bakan balkonun dehlizinde beliren siluetlere çevirmişti asasını. Büyülü sözcükler dudaklarından dökülmek üzereyken, başının üstünden geçen mermiler ile birlikte arkasına doğru koşmaya başladı. Yaşlı bedenin yanında onu korumak için mimarinin içindeki dostlarına bağırışlarını işitiyordu. Kulaklarına dolan mermilerin gürültüsü, etrafta koşan bedenlerin seslerini gizliyordu. Rönesans devrinden kalma antika koltuğun arkasına saklandıklarında büyük salonda olduklarını fark etmemişti. İçeriye dolan, güruhun ellerindeki muggle silahları ile mimarinin içindeki görüntüyü katledişlerini kafasını iki kolu arasına alarak izledi sadece. Camların parçalanışı, değerli vazoların kırılışı, kumaşların ani bir şekilde yırtılmalarının çıkardığı sesler onu neredeyse sağır etmişti. Silahların ses kesildiğinde, buzul mavisi bakışları yanında duran yaşlı bedenin yeşil bakışları ile buluştu. Zihninde beliren bir düşünce, sanki karşısındaki bedenin zihnindeki düşünceyi okur gibiydi. Sessizce başını evet anlamında salladığında, iki beden asalarını çekmiş bir şekilde koltuğun arkasından çıktı. Platin saçları ile hemen dikkat çeken genç büyücü dudaklarını araladığı anda, sağ göğsünde bir sıcaklık hissederek yere mıhlandı. Bedeninde hissettiği acı hissi ile nefesi kesildi. Mavi bakışları, çiçek motifleri ile süslenmiş tavana dikilip kalmışken, odanın içinde yeşil parıldamanın ani bir şekilde parıldayıp kaybolmasını izledi gözleri. Ahşap zemine düşen bedenlerin tok sesi kulaklarına ulaştığında, yaşlı beden telaşlı çehresini fark etti. Hemen ardından yukarıya doğru kalkan bedeninin sağ göğsü üzerindeki acıyı hissettiğinde yüzünü buruşturdu. “Efendim… İyi misiniz?... İyi misiniz!?” Telaşlı sesi tüm salonun içinde yankılandığında etrafında büyük bir kalabalığın toplandığını fark etti. İstemsiz bir şekilde gözleri kapanırken, bedeninin yerden kaldırıldığını hissetti. İlk defa böyle bir acıyı yaşıyordu bedeni. O anda gördüğü tek şey o telaşlı kalabalık değildi. Kızıl saçlarının kusursuz çehresini çevrelediği bedendi.


    Düşüncelerinden sıyrılmasına, ormanın derinliklerinden gelen kanat çırpma sesleri yardımcı olmuştu. Gözleri kanat seslerinin geldiği yöne çevrildiğinde, akbabasının siluetini gökyüzünde gördüğünde yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Karanlık ve uyuyan ormanın içinden çıkan bedeni fark ettiğinde, tebessüm büyük bir gülümsemeye dönüştüğünde, kendisine koşan ve sarılan bedenin tanıdık parfüm kokusunu ciğerlerine hediye etti. Kolları yavaş bir şekilde kendisine sarılan bedeni sardığında, kızıl saçlarına gömdü çehresini. O anda nasıl göründüğünü hatırladığında, Rose’un nasıl bir tepki vereceğini tahmin etmişti. Çökmüş çehresi, gözaltı torbalarının ürkütücü bir siyahlık mertebesine ulaşmış olmuş… Cadının melodik ve telaşla harmanlanan sevinç dolu sözcükleri toparladı düşüncelerini. Bedenini ondan yavaşça çektiğinde, ona gülümseyerek baktı. Bedeninde yayılan sevinç duygusu ile parıldayan buzul mavi bakışlarını onunkilere kilitledi. Muzip bir gülümsemeyi çehresinde peydahlayarak dudaklarını araladı. “Teknik olarak başına ufak bir şey geldi. Ama önemli değil. Sadece bir muggle silahı tarafından sağ göğsümden vuruldum.” Muzip gülümsemesi ile, ani bir şekilde telaşlanan bedeni izledi. Ufak bir kahkahayı ortama peydahladığında, telaşlı çehresine yayılan öfkeyi izledi. Sağ eli onun sağ yanağının üzerine koydu. Soğuk dudaklarını onun dudakları ile buluşturduğunda, garip bir duygunun tesiri kaldığını fark etti. Kendisini daha rehavete sürükleyen bir duygunun. Dudaklarını onunkilerden yavaşça çektiğinde, alnını onun alnına dayadı. “Telaşlanılacak bir şey yok.” Alnını onunkinden çektiğinde cadının elini kavradı elleri. Soğumuş elini dudaklarına götürüp bastırdığında, cadının önünde diz çöktü. “Polonya’nın sürgün prensi, ateşin leydisini selamlar. Görünen o ki prens sizi çok özlemiş.”

Sayfa başına dön
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz