- Samael RoussillonSlytherin IV. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 77
Kayıt Tarihi : 10/05/12
Samael
Perş. Mayıs 10, 2012 4:03 pm
Selfier.
Ukala, kin güden, öfke krizleri geçirebilecek bir potansiyele sahip. Herkesi hor görme gibi bir alışkanlığı var. Bencilliği ile adım atmış dünyaya. İstediğini elde etmek için her şeyi göze alır. Karşısındakinin kusuru ile dalga geçmeyi sever. Zira, insanları psikolojik baskı altına alma gibi bir hastalığı var.
IV.
*Lev Soljenitsin adlı karakter ile IP adresi aynı. Çünkü aynı bilgisayardan yolluyorum rpyi.
Ukala, kin güden, öfke krizleri geçirebilecek bir potansiyele sahip. Herkesi hor görme gibi bir alışkanlığı var. Bencilliği ile adım atmış dünyaya. İstediğini elde etmek için her şeyi göze alır. Karşısındakinin kusuru ile dalga geçmeyi sever. Zira, insanları psikolojik baskı altına alma gibi bir hastalığı var.
IV.
- Spoiler:
- Rutubetli binanın ücra köşelerinde, dışlanmış bir anı olarak ikamet eden mimarinin yatak odasında öylece uzanmıştı genç büyücü. Eskimiş ve solmuş Hint halısı üzerinde üstünde yürüyen haşerelerin adım seslerini duyabiliyordu. Kimsenin duyamadığı o sesler, Oresmus’un zamandan ve dünyadan kopmuş durgun ruhunda içini korkuyla titreterek yankılanıyordu. Bir zamanlar büyükannesinin, şehvetin en ıssız, en ücra köşelerine gidip oralarda insan etinin tadabileceği en keskin zevkleri aradığı geniş yataktan zorlukla inmeye çabalıyordu. Ayaklarını sürekli çıtırtılarla eskiyen ahşap tabana basıp bir zaman bu pürtüklü sertlikten güç almaya çabalayarak bekledikten sonra, kalkmaya karar vermişti. Kuzguni bir siyahlıkta olan kulak hizasına gelen saçları, ketumluk ve soğukkanlılık ile kutsanmış bal rengi gözlerinin önüne gelmişti. Sırtında, dedesinden kalmış, yer yer eprimiş, beyazlığının yerini gri bir anafora bırakmış uzun bir cübbe vardı. Salona gidip bütün lambaları yaktı. İçeride oluşan uçuk kayısı kurusu rengindeki ışık, eskimiş ve yer yer tozla bezenmiş eşyaların üzerinde raks ediyordu. Ailesinden kalan tek şeyin bu eski malikane olması onun her gün buraya en az bir kez uğramasına sebebiyet veriyordu. Bal rengi gözleri, etrafta parıldayan lambaların titrek ışıklarında dolanıyordu. Aslında salona adım atmasının tek bir nedeni vardı. Kaygan ve şeffaf bedenlerin huzursuzca kıpırdandığı, aile bireylerinin tümünün önceden tene kafeslenmiş ruhların şimdiki hücresiydi burası.
Zamanın mahkumlarıydı o ruhlar; doğduklarında önlerinde uzanan ömür diye adlandırılmış zamanın içinde sanki onları hiç kimse durduramayacakmış gibi yürümüşler, ölüm önlerini kestiğinde, doğumlarıyla ölümleri arasındaki zamana kısılıp kalmışlardı. Geriye dönmek istediklerinde, doğumlarının ardına geçemiyor, ileriye doğru gitmek istediklerinde ölümlerinden ötesine ulaşamıyorlardı. Sonsuza dek doğdukları ve öldükleri an arasında dolaşmaya mahkum edilmişlerdi. İki kesin tarihin kıskacında donmuş hiç değişmeyecek olan hayat hikayelerini anlatıp, değişmeyecek olan anlarını yeni kavramlarla değiştirmeye çalışıyorlardı. Genç büyücü, salona adımını attığı andan itibaren etrafta belirmeye başlayan şeffaf suretlerin ürkütücü fısıltıları dolduruyordu mimariyi. Hikayelerini anlatmak için genç büyücünün etrafına toplanıyorlardı. En gizli sırlarını, arzularını ve itiraflarını anlatmak için Oremus’u, daha yaşarken hayattan kopan ama ölüme de tutunamayıp geçmişiyle geleceğin içinde birbirine karıştığı, derin ve tehlikeli bir zamansızlığa düşerek sakatlanan bu genç akrabalarını seçmişlerdi. Kuzguni saçları, rutubetli mimarinin içinde dolanan hafif esinti ile raks ederken, o bal rengi gözleri ile salondaki ruhlar güruhunu seyrediyordu. Oresmus ölüleriyle ne zaman konuşmaya başladığını hatırlamıyordu. Zaten pek hatırlamak istediği bir türden anı olacağını da düşünmüyordu. Zira etraftaki uğultunun kendi tenine kafeslenmiş ruhunu fazlasıyla azaba sürüklüyordu. Fani olmayan melodik seslerin bozuk ezgili bir şarkıya dönüştüğü, diğer insanların duysa hayret ve korku içinde huşu ile kaçışacağı türden bir gürültü bulutunun içindeydi. Ruhlar ona, ne huzuru bulmasında önder, ne de başarıyı yakalamasına öncü olmuşlardı. Tuhaf ve karanlık bir tarafı olan genç büyücüyü, kaprisler ve garip cinsel fantezilerle sancılanan bir hayatın içinden çekip alan da onlardı. Onu buraya çeken mistik gücün ölüler mi yoksa kendi bedenindeki ailesine olan özlem duygusu muydu onu dahi bilmiyordu. Ama bu rutubetli mimarinin içinde ölüler güruhu ile birlikte, geçmişe kaçıp, tarihin şaşırtıcı dehlizlerine sürüklenmeyi seviyordu. Çünkü bedenine hükmeden acılardan, hayal kırıklarından kurtulmasına bir sebep oluşturuyordu önündeki ruhlar güruhu. Her biri kendi hayatlarından bir hikaye anlatmaya başladığında, alışkın olduğu ama her defasında aynı azaba sürüklenen ruhu garip bir tesire mahkum ediliyordu. Bu mahkumiyet yüzünden sosyal hayatından tamamen koparılmıştı. İnsanlar onun deli olduğunu düşünüyorlardı, o ise insanların aptal olduğunu düşünüyordu. Ölülerin geçmiş hayatını tüm berraklığı ile görmek, acılarına, sevinçlerine ve ihtiraslarını tüm gerçekçiliği ile izlemek insanların aptal olduğu düşüncesini pekiştiriyordu.
Rutubetli binanın sevgili ölüleri, bu eski malikanede yaşamaya başlayan Oresmus’u her gördüklerinde, penceresi açılmış bir odadaki mum alevleri gibi, karşı koyamadıkları mistik bir güçle ona doğru çekiliyorlar, bedenleri gibi şeffaflaşmış kırgın ve kırık sesleri ile anlatmaya başlıyorlardı. Hepsinin dehşet verici sırları vardı. Bir alevi avuçlarında tutmaya çalışır gibi bir yandan tutkuyla ellerini kapatıp o sırları saklamaya uğraşırken, bir yandan da sakladıklarının yakıcılığına dayanamayıp avuçlarını açarak, sakladıklarının hiç olmazsa bir parçasını gösterme ihtiyacına kapılıyorlardı. Oresmus, en çok eskiden siyah bir redingot olan ama şimdi soluk bir gri anaforla bezenmiş bir redingot giymiş, on sekizinci yüzyılda yaşayan akrabası Damjan Amca olarak isimlendirdiği ruhun anılarını dinlemeyi seviyordu. Belki kendi tenine kafeslenmiş ruhun bir benzeri olduğunu düşüyor, belki de sadece ilgisini çektiği için onu dinlemeyi sevdiğini düşündüğü için anılarını seviyordu. O uğultulu ortamda, uğultulu anlatımı seçebilmeyi öğrenmişti. Damjan Amca’nın bu zamana kadar genç büyücüye gösterdiği sırların içinde cinayetler, ayaklanmalar, ihanetler, günahkar aşklar, acılı özlemler bulunuyordu. Kuzguni saç tellerinin perdelemeye çalıştığı bal rengi gözleri, ruhlar güruhunun içinden Damjan Amca’nın şeffaf bedenini bulup çıkarmıştı. Yüzünü ona doğru döndüğünde, ruhlara hükmeden mistik güç, Damjan Amca’nın şeffaf bedenini Oresmus’a doğru çekmişti. Anlatmaya başlayan ruhun sesinde, ölümün kırılganlığına rağmen sözcüklerin içindeki haşmet, meydanlara sığmayan kalabalığın naraların altında sezilen sarsıcı bir dehşet vardı. Uğultulu sözcükler onun bedenini geçmişe doğru sürüklüyordu. Ayaklarının altındaki ahşap zemin şimdi tamamen kaybolmuştu. Beyaz bir anaforun içinden çıktığında, bambaşka bir mimarinin içindeydi. Yatak odası olduğunu ifşa eden kocaman bir yatak odanın ortasındaydı. Balkona açılan boydan boya olan pencereler açıktı. İçeriye sızan güz esintisi, kestane kızılına çalan bukleleri dalgalandırırken, yeşim taşı yeşilliğine çalan gözleri, biraz önce şehvetin damarlarına hücum eden kanı kutsadığını belli eden bir bakışla yanıp tutuşuyordu. Yataktaki ipek örtü, yüzü aynaya bakan cadıya arzu dolu bakışlar fırlatan büyücüyü tanıyordu. Aynada kendi yansımasını seyreden, göğüslerini ve omuzlarını tüm pürüzsüzlüğü ile belli eden bir gecelik giymiş cadının, yeşim taşının yeşilliğine çalan arzu dolu bakışları, büyücünün aynadaki yansımasına odaklanmıştı. İnce kemikli elleri ile oynadığı kestane kızılı bukleleri bırakıp, bedenini yatağa doğru çevirdiğinde, dolgun dudaklarında vuku bulan kızıllık, iki tarafa doğru yüzü gererek büyük bir gülümsemeyi çehresinde peydahlamıştı. “Seni seviyorum Damjan.” Ölümün ötesinden yankılanan melodik ses, uzaklara doğru kaybolup giden bir yankı misali ortalığa hakim olduğunda, beyaz anafora tekrar kapılmıştı bedeni.
Tekrar ruhlar güruhunun serkeşçe dolaştığı rutubetli salonun ahşap tabanındaydı ayakları. Biraz önce kendisine anlatılan hikayeyi neyin böldüğünü anlamak istercesine etrafına şaşkınca bakınan bal rengi gözler, arkasında parıldayan bir ışıkla kamaşmıştı. Tekrar eski haline dönmesi için birkaç kez gözlerini ovaladı. Işığa alışan bal rengi gözler, kendi üzerindeki gri bir cübbeyi andıran, fakat mimarinin loşluğunda gölgelere bezenmiş bir beyaz cübbe giymiş bir cadı vardı karşısında. Tanıdık çarpık gülümsemesi, içtenlik ile kutsanmış kehribar bakışları ve beyaz cübbenin omuzlarına dökülen kahverengi buklelerin sahibinin adı bir fısıltı misali dökülüvermişti dudaklarından. “Petra…” Tene kafeslenmiş ruhunun derinliklerinde yankılanan bu sözcük, solgun yanaklarının hafifçe kızarmasına neden olmuştu. Hayatında ödün vermediği tek şeydi karşısındaki beden. Beyaz cübbenin içindeki kahverengi elbise derin göğüs dekoltesi ile göğüslerini olabildiğince öne çıkarmıştı. Salondaki uçuk kayısı rengindeki ışıklar kahverengi bukleleri ile raks ederken, ruhlar güruhunun salonu terk ettiğini fark etmişti. “Yine ölülerinle mi konuşuyorsun Tristan?” Sözcükleri küçümser bir ses tonu ile çıkmıştı. Oresmus, ikinci ismini duyduğunda sanki başka bir bedene hitap ediliyormuş gibi gelmişti ona. Cadının çarpık gülümsemesi çehresine yerleşirken etrafa cıyaklayan bir sessizlik çökmüştü. Genç büyücü ketumluk ve soğukkanlılıkla kutsanmış bal rengi gözlerini, küçümser ve alay edercesine kendisini süzen kehribar bakışlardan kaçırdı. Eski halının üzerinde bir hışımla ilerlerken, Petra’nın yanından hızla geçti. Neydi onu bu kadar sinirlendiren? Bu mimarinin içinde tıkılıp kalan şeffaf ruhlarına alay edilmesi mi, yoksa kendisiyle küçümser bir tavırda konuşulması mı? Duraksadı. Adımlarının ani bir şekilde kesilmesini, ayakları altındaki ahşap zeminin çığlığı takip etti. Ciğerlerine doldurduğu tozlu havayı derince soludu. “Zamanı geldi galiba sevgilim? Ne dersin yine şu saçma tartışmana girmeden bu işi halletsek?” Kelimeleri bedenine hükmetmeye başlayan derin bir öfke ile azat edilmişti dudakları arasından. Sorusuna cevap olarak söylenecek sözcükleri beklemeden mimarinin geniş holüne doğru arşınlamaya başladı. Düşüncelerinin hareketlerine yansımaya başlamasından çekinirdi hep. Tıpkı şuanda olduğu gibi. Buğulu bir camın ardından bakıyor hissi verdiğini düşündüğü hole geldiğinde, büyük bir gürültü ile ortadan kaybolmayı düşündü. Bedeninde söylemek üzere olduğu sihirli sözcükleri birkaç saniyeliğine bekletti. Bal rengi gözleri anlamsız bir arayış içinde arza düşen silik gölgesine kilitlendi. Biraz önceki ruh güruhunun karmaşası arasında yükselen, ölümün uğultulu sesinin yerini ciyaklayan kasvetli bir sessizliğe bırakması ona garip geldi. Mimarinin içindeki rutubetli kokuyu ciğerlerine boca ederken sihirli sözcükler bedeninde fısıltı şeklinde yankılandı. Ortadan ‘şak’ sesinin gürültüsü içinde kayboldu. Düşündüğü şey birazdan adımlayacağı mahşer alanı değildi. Bir an önce dönüp ölüleri ile salonun tanıdık mimarisine kapatmak istemesiydi.
*Lev Soljenitsin adlı karakter ile IP adresi aynı. Çünkü aynı bilgisayardan yolluyorum rpyi.
- Petre PiedmonSlytherin V. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 209
Kayıt Tarihi : 08/04/12
Geri: Samael
Perş. Mayıs 10, 2012 4:53 pm
Rütbe verildi.
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz