leviathan rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Aşağa gitmek
Marilyn Elizabeth Manson
Marilyn Elizabeth Manson
Melez, Zümrüdü Anka Yoldaşlığı Üyesi
Melez, Zümrüdü Anka Yoldaşlığı Üyesi
Mesaj Sayısı : 22
Kayıt Tarihi : 03/06/12

Bildiğim Bilinmezim Empty Bildiğim Bilinmezim

Cuma Haz. 08, 2012 5:36 pm

İnsanlar bilirler aslında, bilmediklerini dahi hisseder ve özümserler karanlık tüm asaletinin ardına sığınıp benliklerini hat safhada asimile ederken ancak içinde barındırmak yetmez çoğu zaman bir hikayenin parçası olmaya ya da kendi hikayenizi hafızanızda mükemmel bir fon müziği eşliğinde depreşmelerle hatırlamanıza…


Önündeki tuval üzerinde renklerin kısmen tenlerinin tutkuyla birleşmesinden oluşan şekilleri izliyordu cadı, ona göre bir çok şeye benzemişti bu resim en başta. Uçan bir balon, ağlayan bir çocuk, bir külah dondurma, üzerine ailelerinin arması işlenmiş kumaş mendili… Her şey olmuştu fırça darbeleri ve daha sonra da hiçbir şey… Tıpkı hayatı anımsatmıyor mu? Hayatın her dönemi ayrı bir güzel ve özeldir, unutulmaz gibi gelir yaşarken anlar, sanki yalnızca şuan varmışçasına yaşarken nefeslerimizi öylece savururuz. Düşünmeden, nedensizce saniyelerin akışına izin verir ve beklide daha sonra bunun için lanet okuruz. Başlarda deneyimsiz bir aciz olmamıza verilen çocuk ismine sığınır daha sonra da birer ergenolarak her türlü saçmalığı yapar, haksızlığımın en saçma yollarla geçerli sayılmasını sağlarız. İşte bu süreçte deneyim biriktiriyor sayılırız ancak yaptığımız tüm saçmalıklar da yetişkinlik ve bunama evresinde birer övünce dönüşerek gelecek nesillerden mükemmeliyet beklememiz için birer ayna olur. Üzeri çamura bulanmış bir ayna ne kadar gerçeği, özünü yansıtabilirse insanın o kadar doğru olur bu yöntem. Pekala Elizabeth çok mu mükemmeldi? Yetiştiriliş tarzı bunlardan farklı değildi, her şeyin en iyisi olmasını ve ağzından burnundan asalet fışkırmasını istiyordu yüce kral ve kraliçe. Öyleydi ki tam karakterinin oluştuğu dönemde farklılığı nedeniyle bir bilgine yollanmış ve mükemmel bir cadı olması beklenmişti. Omuzlarında ağır yüklerle veriyordu yaşam savaşını, özgürlüğünü ve hayallerini diliyordu yalnızca. Hayallerini? Ona yalnızca özgürce hayal edebilmek bile yeterli olacaktı aslında.

Çizimde ki ustalığı kolay sinirlenmesinden geliyor olsa gerekti, öfke nöbetlerinde mimiklerinde gösteremediği değişimlerin acısını boya tüplerinden ve fırçalardan alarak daha sonrasında sanat eseri sayılabilecek karalamalar ortaya koyardı. Elbette hiçbirini bilinçli bir şekilde yapmayarak…

Az önceki sinir bozucu konuşmayı yok sayarcasına başını iki yana sallayarak siyah, kalın askılı, belden oturtmalı elbisesinin üzerinde bulunan tezat boya önlüğünü bir çırpıda çıkararak yere fırlattı (elbet birileri toplayacaktı, onun sorumluluğu bu konuyu asla kapsamamıştı). Devasa duvarlarla kapı odada, sağında öylece uzanan boy aynasına şöyle bir bakarak ayakkabılarını kontrol etti, işte siyah topuklular da orada duruyordu o saçlarını tutturduğu kalemi çekip başını yavaşça sallayarak buklelerini serbest bıraktığında. Biraz nefes almak istiyordu yalnızca, resmiyet işlerinin olmadığı bir yer ve sonsuzluğa uzanmak. Kim istemezdi ki bunu? Son rötuşlar için “Mariah!” demesi yetmişti, içeriye giren hizmetçi prensese rujunu sürmüş, aynasını tutmuş ve selamını vererek izin eşliğinde gözlerden kaybolmuştu. Yerinden kalkan bedeni Hogsmeade’in yolunu bulduğunda hesap verme gereği duymadan yok olmayı seçmişti düşünceleri, özellikle de evlilik gibi bir tehlikenin ucundan yeni dönmüşken…

- - -


Kendini Sullivan Pub’ın önünde bulan genç kadın ahşap kapıyı yükselen gıcırtı eşliğinde ittiğinde gözler ona yönelmişti. Yüzüne yerleştirdiği gülümsemesiyle karşısındaki bar masasına ilerledi ve tabureye oturarak ona yönelen görevliye “Bir ateş viskisi lütfen.” diyerek hızlı hizmetin mükemmeliyetiyle tırnaklarındaki koyu kırmızı ojeyi incelemeye başladı. Adeta kanı andırıyordu, buraya gelmeden önce birilerini parçalamış olmayı ve belki de nefret duygusunu içinde hiç barındıramıyor oluşunu yok etmeyi isterdi. O böyleydi, şimdi parlar birazdan söner hatta kendisine yapılan her şeyi unuturdu çünkü ona kraliçe böyle öğretmişti. Affedici olmak dilenmemenin ve yüceliğin en büyük göstergesiydi. Sanki affediyordu da ne oluyordu ki? İsa gökten inip onu mu kutsayacaktı? Hadi ama, orta çağ da kalmış uydurmalar bunlar, kim inanır? Viski dudaklarıyla buluştuğunda gözleri de bir an için karşısındaki saçları hafif sarıya çalan adamın yüzüne kilitlenmişti. Yüz hatlarını incelemeye devam ederken içkiyi bar masasının üzerine geri bıraktı ve bariz bir şekilde adamı süzmeye başladı ancak bu süzme vücuduna değil yüzünün bölgelerine yapılan bir tacizdi, hafızasındaki tozlu sayfalar arasında bulunan ve hayatının büyük bir bölümünü hayallerini kurarak geçirdiği kişinin tıpa tıp aynısı değildi de neydi bu yüz? Yalnızca biraz duygusuzlaşmış ve şuan için gülümsemesi eskiye nazaran daha çok yakışmıyor gibiydi. Belki de olduğunu zannettiği kişiye karşı yitirdiği duygular da gülücüğün onda bıraktığı etkisini yavaşça söküp almıştır yıllar içerisinde.

Süzüşü adamı rahatsız etmiş olacaktı ki ona dönerek bir sorun olup olmadığını sormuştu ve bunu yaparken konuşmasındaki tonlamalar dahi onun Alexhander olduğunu bağırıyordu sanki. Elizabeth şaşkınlık içerisinde dudaklarını kımıldattı. “Alexhander? … Tanrım, bana deli demeyin ancak sizin Alexhander olduğunuza sahip olduğum en kutsal şeyler üzerine yemin edebilirim.” Cümlesinin sonuna doğru sesi telaşlı çıkmaya başlamıştı. Onun Alexhander olmasını diliyordu lakin bu kanısında yanılıyor ise özüne dönme fikrinden vazgeçmesi gerekecekti.

Kalbinin yaşadığı tüm kırgınlıkların ardından eskilerden bu denli tanıdık bir yüz bulmuş olmasını diliyordu yalnızca Tanrı’dan, yalnızca bunu…


James Sullivan
James Sullivan
Melez, Sullivan Pub Sahibi
Melez, Sullivan Pub Sahibi
Mesaj Sayısı : 214
Kayıt Tarihi : 03/06/12
Yaş : 33

Bildiğim Bilinmezim Empty Geri: Bildiğim Bilinmezim

Cuma Haz. 08, 2012 6:49 pm
Göğsüne çarpan bir güçle geri itildi. Yerden havalanmış ayaklarıyla beraber tekrar sert zeminle buluştuğunda yüzü çimlere gömülmüş acı içinde inlemekteydi. Acı tüm vücuduna dalga dalga yayılırken zihni bulanıklaşmaya başlamış etrafında deliler gibi hareket edenlerin görüntüleri başını ağrıtmaya başlamıştı. Uzun soluklu savaşı buraya kadar sürmüş, Hogsmaede’in kıyılarında son bulacaktı herhalde. Öksürükler içinde avuçladığı toprağa kanını tükürdüğünde kaçınılmaz sonun gelmesini bekliyordu. Yakınlardaki düşmanları fısıltılarla bir şeyler konuşurken kanının son damlasına kadar mücadele ettiğini biliyordu. Hafifçe doğrulmaya çalıştıysa da beceremedi. Tekrar olduğu gibi yere kapaklanmış kapanan zihninin eşliğinde bir çift ayağın kendisine yaklaşmakta olduğunu görmüş, sonrasındaysa koca bir boşluğun içinden gelen ızdırap ruhunun her bir zerresine işkence etmişti. Aniden sıçrayarak uyandı James. Derin derin nefesler alıyor odasından içeriye sızan gün ışığına boş boş bakıyordu. Yine aynı rüya! Kabus mu demeliydi acaba? Hiç tanımadığı insanlar etrafını sarmış, onlarla mücadele etmişti. Niye mücadele ettiğini bile bilmiyordu. Acaba üç yıldır hatırlayamadığı geçmişinden bir kesit miydi bu? Daha doğrusu kimler vardı o sıra karşısında. Gerçek ile hayalin iç içe geçtiği o anlardan birinde miydi yoksa? Bilmiyordu, Rose öldüğünden beri zaten pek emin olamıyordu artık bazı şeylerden. Dağınık odasının içine bir göz atarak ayağa kalkan melez doğruca banyoya yöneldi.

Yüzüne çarpan soğuk su sinirlerini yatıştırırken gördüklerinin basit bir kabus olduğuna inandırdı kendini. Defalarca görmüş olması bir şeyi değiştirmezdi neticede. Gerçi tüm bunlar bir şeye işaret olabilirdi; ama ne olduğunu pek de anladığı söylenemezdi. Bara inmek için hazırlandığında Rose Sullivan’ın fotoğrafının önünde durdu bir süre. Kurtarıcısına bakarken öylece duygulanmıştı hafiften. Bazen onun bilgeliğine çok ihtiyaç duyuyor bir teselli bulmak için onu arıyordu nafile bir çabayla. Kırmızı saçı, ilerlemiş yaşına rağmen duru güzelliğiyle portresinden kendisine göz kırpan cadıya sevgiyle gülümsedikten sonra aşağıya indi. Her zamanki gibi üç çalışan da yerindeydi. John kocaman cüssesiyle etrafı temizliyor, Jane barda bulunanlarla ilgilenirken Fred de müziği çalıştırmış birkaç düzenleme yapıyordu etrafta. İnceden inceye çalan enstrumantal şarkının tadını çıkararak güler yüzlü bir şekilde ilerledi bara doğru. Parke zeminde çıkan sesler pubın içindeki farklı atmosferde eriyip gidiyordu. Duvardaki resimler bir barda görülecek cinsten türden değillerdi elbette; ama Sullivan’ların nedense hep farklı bir geleneği olmuştu. Hiçbir kötü düşünce mekanlarına giremez, her zaman huzur, sükünet ve eğlence burada insanın içlerine dolardı. Pubın içine dağılmış masalarda zaman geçiren müşteriler de bu savı desteklercesine keyifli görünüyordu. Aslında sabah ki tatsızlık hesaba katılmazsa genç melezin de keyfi şuan yerindeydi. Hatta unutmuştu bile kısa süreliğine yaşadıklarını.

“ Nasılsın Jane? Boyun yetişiyor mu bakayım senin oraya? “ Genç cadının yüksek raflardan birinde ulaşmaya çalıştığı içkiye neşeyle bakarken genç kadın ona alayla gülümseyerek asasını çıkarıp salladı. Bu sessiz iletişimle birlikte büyü gücüne sahip olmanın avantajını kullanabileceğini açıklamıştı genç adama. İşte her zaman ki eğlence başlamıştı bile. Çalışanlarıyla şakalaşmayı seven biri olarak işe girişmeye başlamıştı bile. “ Pekala sevgili cadı sen onu çıkar da ben yeni gelenlerin siparişlerini alayım. “ Bara yeni gelenlere yaklaşırken masalardan birine geçen bir çifte de gözü ilişmişti. Onlara da hizmet götürmek gerektiğini düşünerek John’a seslendi. “ Uykunu alamamış olabilirsin John; ama müşteriler servis bekler dostum. Hadi onlarla ilgilen. “ Hemen ardından kendisi bardakların şıngırtısı, içilen içkilerin ve diğer şeylerin verdiği hazzın içinde bir kaymak birası doldurarak servis etti. Müziğin ruhuna işlemesine izin vererek yavaşça başını sallıyordu. Kirli bardaklardan birini beziyle temizlerken önündeki müşterinin derdini dinleyerek barmenlik görevini yerine getirmeye çalışıyordu aynı zamanda. Sevgilisiyle sorun yaşayan tiplere alışkındı. Fakat onlara her zaman sabır göstermek biraz zordu. Rose’un bunları yıllarca yapmış olduğunu düşünerek ürperdi ufacık bir süre için genç adam. Çok sabırlı olduğunu zaten ilk günlerden anlamıştı.

“ Bak dostum, yumurtayı kırdıysan artık ağlamanın faydası yok! “ Dalga geçer gibi sırıtıp dertliye bakarken müşterisinin gözlerinde hiçbir şeyi anlamadığını belirten biri ifade vardı. “ Nasıl yani? “ Derin bir iç çeken melez biraz daha yaklaştı adama. İçki kokan nefesi yüzüne ulaştığında mimiklerini kasmamak için gayret etti. Bu adam kaç bira içmişti böyle? “ Kızı aldatmışsın ve dertleniyorsun bence bunun için geç kaldın. “ Söylediklerine sinirlenen uzun suratlı adam hesabı ödeyip çıkarken içeriye bir başkasının daha girdiğini gördü. Kaşlarını çatıp onu süzerken yürüyüşünde ufak bir asillik fark etmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Herhalde buraya bir prenses düştü diye muzurca düşünüp aynı zamanda kadının yüzündeki dalgın; ama bir o kadar güzel hatları fark etmişti. Tüm bunların yanında aklını kurcalayan açıklayamadığı şeyler de vardı. Kadın oturup ateş viskisi istediğinde bile kendi işiyle uğraşıyor gibi görünüp zihnindeki problemi çözmeye çalışıyordu. Tanıdıklık hissi bu kadar güçlüyken saçmalık düşüncesi sarmıştı beyninin en derin hücrelerini. Oysa bu o kadar imkansızdı ki! Sadece üç yıllık bir geçmişini biliyordu. Gerisinin üstüne inen perde derinlemesine bir inceleme yapmasını engelliyordu. En sonunda James dayanamayıp kadına döndü. “ Affedersiniz dik dik bakışlarınızı neye borçluyum acaba? “ Ardından gelen cümle iyice kafasını karıştırmıştı. Alexander da kimdi böyle? Kaşlarını çatan genç melez hayır anlamında başını salladı ve kızın ismini öğrenme ihtiyacı hissettiğinde Elizabeth sesi kulağına çalındı. Sesteki tondan bile bir gariplik hissediyordu. Sanki kayıp geçmişinin önemli bir parçası tam önündeydi. Fakat sezgileri bunun olamayacağını fısıldamaya başlamıştı bile kulağına. Kafasını toparlamak üzere başka bir işe döndüğünde kırılan bardak sesiyle birlikte tekrar geri döndü. Yere saçılmış ateş viskisine alayla gülümseyerek baktı. Çalışanlardan biri onu temizlemeye başladığında hafifçe gülümseyerek Elizabeth’e döndü. “ Yazık oldu güzelim içkiye. Ayrıca çok sakar olduğunu söylemeliyim Elizabeth! “

Sözcüklerin hayat bulmasıyla beraber bir tanıdıklık hissi iyice çöreklendi yüreğine. Sakarlık! Sanki bu cümleyi önceden çok sık kullanmıştı. Gözlerinin önüne gelen küçük bir kız görüntüsü ise hiçbir şeye anlam verememesine yol açmıştı. Doğanın içine gizlenmiş bir köyden tek bir kare bilinmezliğin içinden su yüzüne çıkarak göstermişti kendini. O karenin ortasındaysa bir kızın belli belirsiz, silik ve puslu görüntüsü… “ İşte bu tanıdık geldi. “
Marilyn Elizabeth Manson
Marilyn Elizabeth Manson
Melez, Zümrüdü Anka Yoldaşlığı Üyesi
Melez, Zümrüdü Anka Yoldaşlığı Üyesi
Mesaj Sayısı : 22
Kayıt Tarihi : 03/06/12

Bildiğim Bilinmezim Empty Geri: Bildiğim Bilinmezim

Ptsi Haz. 11, 2012 10:52 am


Ruhunun bulabileceği tek durak da kendini bu hayattan soyutlamış, bildiklerini yok sayıyor olamazdı ya. Kız içten içe dua etmeye başlamıştı arasının pek iyi olmadığı ve belki de bugüne kadar en ufak bir yardımı bile dokunmayan Tanrı’ya ancak bu kez öyle içten, öyle aşkla yalvarıyordu ki ruhu o ahım şahımdan geçilmeyen, kendi kafasında hayal ettiği ve insana küçük olduğunu yeniden hatırlatan kapının önünde yanmış kanatlarıyla diz çökmüştü. Kanatları yanmıştı, kanatları vardı hayali çizimlerinde ama o duru bir iyiliğe ev sahibi olacak kadar mükemmel değildi ya da bir aptal gibi saplantılı hayat sürerek, kendine acı çektirip başkalarının mutluluğuna çalışacak kadar da nefret etmemişti benliğinden. Düzene uymak buysa eğer boyun eğmeyecekti sonu sonsuz azap olsa dahi. Aslında belki de çok zevkli bir deneyim olabilirdi, acı çekmek güzel bir fantezi gibi görünmüyor değildi o an için ama yine de kontrol patrondaydı işte, ipleri eline almak gibi bir durum asla söz konusu olamayacaktı. Olamayacaktı işte! Burada ne kadar yalnız olduğu, çektiği acılar, mutsuzluğu ve kendi hayatını bile kendi kararlarıyla şekillendiremiyor oluşu patronun müsait yerlerinde gezinmiyordu. Bu acı veriyordu işte, cehennemi bu somut dünyada yaşıyordu fazlasıyla! Düşüncelerine hakim olan öfkesini dinlememeye çalışarak karşısındaki adama adeta ciğere bakan bir kedi gibi yalvarmaya başlamıştı gözleri. Her şeyi bir kenara atarak ihtiyacına odaklanmıştı. Bir dosta ihtiyacı vardı ki bu kişinin geçmişte neredeyse tüm çocukluğunu paylaştığı biri olması onun için mükemmel bir fırsat olacaktı. Daha doğrusu zaten hiç arkadaşı yoktu, saray dışında ki hayatı ancak diğer saraylara giderek geçiyor ve prenseslerin o kendini beğenmiş havaları, tavan yapmış egolarına şahit olup hepsinden tiksiniyordu. Zaten asilzadelerin hepsinden nefret ediyorken bir de evlilik çıkmıştı başına ki sonunda tüm davetlilerin önünde ailesinin (ne kadar ‘onun’ ailesi oldukları doğru olmasa da, kral ve kraliçenin elinde büyümüştü) rezil olduklarını düşünecekleri bir şey yapmış, gelinliğinin eteklerini şu aşk filmlerinde kızın gerçek aşkının nikahı bastığında kendini onun kollarına atışı gibi çeke çeke kaçmıştı. Peşinden koşturan prensin yüzüne bile bakmamış, çıplak ayaklarıyla dev ağaçların arasından koşmaya başlamıştı ve buna karşın zavallı prensin elinde kalan kül kedisi masalındaki gibi ayakkabısı olmuştu ancak arada üç büyük fark vardı. Birincisi ayakkabı camdan değil milyon dolarlık kumaşlardan yapılmış, ikincisi ayakkabının teki değil ikisi de düşmüştü. Ve son olarak en büyük ayrım şuydu, onun hayallerinin prensi yoktu yani ona aşık değildi Elizabeth. Koşmuş koşmuş ve en sonunda bembeyaz gelinliğinin her zerresi toprağa bulandığında öylece bir ağacın altında oturup ağlamaya başlamıştı sinirinden ve burada ölmek için de patrona yalvarmıştı ama yine de kabul olmamıştı dileği ki dadısı arkasında bir ordu askerle gelerek onu buradan o adeta kellesini kaybetmek üzere olan bir kurban gibi hissederken alıp götürmüştü. Bir tek bileklerinde kelepçesi eksikti. Eksik? Bunun olmadığını söylemek yalnızca maddesel açıdan bakıldığında doğru olabilirdi ancak tüm bedeni, tüm hareketleri bir kukla iplerine bağlıydı ve ipler de asilzadelerin elindeydi. Kraliçeye hiçbir kan bağı olmadığı halde inanılmaz benzeyen yüzü, yine hiçbir bağı olmayan kralın isyankar ruhunu taşıyordu ancak sevgili kral da zamanında ailesine ipleri kaptırdığından ötürü bugün fazlasıyla yontulmuş bir kalıbı vardı. Buna bildiği en ağır argo sözleri söylüyordu, hoş bildiklerinin argo olduğunu dahi bilmiyordu. Ancak lanet edebilirdi kibar sözcükleri ile…

Düşünce baloncuğu adama yalvarırken başından yükselmiş ve şimdi tekrar sessizliğe gömülmüştü kıza ismi sorulduğunda. Bir umutla dudaklarını aralayarak geçmişten bir izi hatırlayacağı heyecanı ile “Elizabeth” demişti. Ancak hızla çarpmaya başlayan kalbi karşılığını bulamamışa benziyordu, gerçekten de adam hafızasını yitirmiş olmalıydı. Ya da ondan nefret mi etmişti? Bunun olması normal bir insan psikolojisi için imkansızdı çünkü adamı incitecek en ufak bir şey dahi hiçbir zaman diliminde gerçekleşmemiş, şimdi de yalnızca onun mükemmel dostluğunu istiyordu. Elindeki cam parçasını dudakları arasına götürerek bir yudum daha aldı ve beyninde kontrolü bıraktığına dahil oluşan sinyaller ile birlikte şangırtı yükseldi. Kızın yüzü kıpkırmızı olmuştu, işte onun bir özelliği de buydu. Oldukça sakardı daima bir şeyleri kırar, düşürür ya da kendini sakatlardı ve bu yüzden Alexhander onunla çoğu zaman dalga geçmişti. Şangırtı gözlerinde bekleyen damlaları daha da belirginleştirmiş, ağlamamak için ruhunu zincirlere vurmuştu adete büyük bir savaş veriyordu. Gözleri boşluğa dalmadan hemen önce ani bir refleksle endişe içerisinde yükselen sesi “Ben, çok üzgünüm. Afe..” adamın söylediklerini idrak etmesi ile duraksamıştı. İçinden binlerce kez tekrarladığı cümle ona bir ışık olabilecek miydi? ‘Çok sakar olduğunu söylemeliyim Elizabeth! ‘ Kız adamın gözlerine mükemmel bir icat yapmış gibi heyecan ve mutlulukla bakarken bulanmış belleğinde bir kapı açıldığını düşündüğü adam olayın tanıdık geldiğini söylemişti.

İşte bu! İçten içe çığlıklar atıyor, bedeninin içinde parti veriyordu. Hatırlamıştı işte! Yüzünde ki kocaman gülümsemesi yerine gelen rengine eşlik ediyordu. “Evet, çünkü bunu defalarca demiştin. Hatta dalga geçmiştin. Tanrım, senin hafızana ne oldu?” Kız kendi küçük hükümdarlığını kurmuştu şimdi ve gücünü yalnızca adamın yerine gelmeye başlayan (ki bunun ne kadar gerçekleştiği şüpheliydi ancak bekleyecek ve göreceklerdi, sabırla) hafızasından alıyordu. Devamı umurunda değilken, patronun kurallarını kim uygulayacaktı? Cevap: Elizabeth değil…


James Sullivan
James Sullivan
Melez, Sullivan Pub Sahibi
Melez, Sullivan Pub Sahibi
Mesaj Sayısı : 214
Kayıt Tarihi : 03/06/12
Yaş : 33

Bildiğim Bilinmezim Empty Geri: Bildiğim Bilinmezim

Ptsi Haz. 11, 2012 3:43 pm
Hafıza! İşte sihirli kelime bu olsa gerek. Kaşlarını çatan genç adam derin düşüncelere dalarak karşısındaki güzel kadına bakakaldı. Parmaklarıyla barın masasında tempo tutarken ruhu pubı çevrelemiş tüm seslerden soyutlanmış sessizlikle arınmıştı. Hayatının kilit anı karşısında mıydı acaba? Hiçbir şeyden emin olamıyordu ki! Üç yıl önce bu köyün yakınlarında uyandığından beri tüm hayatı buradaydı. Her şeyin başladığı yerde çilesi bitecek miydi acaba? Bunu bilemiyordu. O cümleyi demek defalarca kullanmıştı. Dolandırıcıların ya da sahtekarların bu dünyada cirit atması güven duygusunu zedelemiş olsa da insanların, içinden bir ses ona güvenebileceğini haykırıyordu. Geçmişinin hiç erişemediği derinliklerinden fırlamış bu fısıltıya kulak vermek ne kadar mantıklıydı peki? Derin derin nefes alarak yavaş yavaş büyülenmeye başladığı güzelliğe de bağlanmaya başlamıştı. O kadar tanıdık ve bir o kadar saftı ki karşısındaki varlık ona inanmayıp da ne yapabilirdi ki? Ama peki ya şüpheleri? Onları nasıl giderecekti? Zihnini kemiren o sesleri bastırabilmek için bir işarete ihtiyacı vardı aslında. Rose’un nasihatları kulağına doluşmaya başladığında olayların seyriyle süregelen heyecanı da yatışmaya başlamıştı: ‘ Bir gün geçmişinden bir parça karşına çıkacak, o gün onunla yüzleşmezsen ruhun huzura asla kavuşmaz evlat! ‘ İnce bir gülümseme dudaklarında belirdiğinde Rose Sullivan’ın ne kadar bilge bir insan olduğunu bir kez daha kavradı. Sürekli dudaklarından dökülen o incilerle hayatını kurtarmıştı belki. Daha niceleri de barına gelenler için rehber olmuştu. Anaç tavırlarını hissetmeye çalışarak şuan ki çıkmazda benliğinin sıcak bir güvenle dolmasına izin verdi. Kızın yarı yarıya dolmuş gözlerine bakarken de zaten ona bir zararın dokunacağını düşünmüyordu artık. O gözlerin içine hapsolmuş bir ışık bu güne dek çektiği tüm sıkıntıların son bulduğunu haykırıyordu azimle.

“ Jane bara sen bakar mısın? Benim Bayan Elizabeth’le konuşmam gereken bir konu var. “ Onaylayan tepkilere rağmen kadının meraklı bakışlarını es geçerek genç bayana duvar kenarında bir masa gösterdi. Kalabalıktan uzakta, ama seslerden hiçbir zaman arındırılamamış köşe sessizce beklerken James bu konuşmanın uzun süreceğini düşünerek bir şişe viski ile iki bardağı yanına aldı. “ Uzun konuşmalarda biraz alkol iyi gelir. “ diye kadına gülümseyerek masaya doğru yol aldı. Her bir adımıyla beraber tahtada çıkan tok ses sanki bir şeylerin onu beklediğini söylüyordu. Her bir adım biraz daha yaklaştırıyordu aciz varlığını bilinmeze. Yanlarından geçtikleri insanların yüzlerine baktı. Hepsi neşeli, bir kısmı hüzünlü; ama hepsi tüm hayatının farkındaydı. Bir tek kendisi kayıp bir ruh gibi aralarında dolanmaktaydı. Gördüğü kabuslarla birlikte arayış içinde geçirmekteydi günlerini. Her şeyle dalga geçen melez şuan kaderin ona kahkahalar içinde güldüğünü düşündü, hem de üç yıl boyunca. Sonunda masaya oturduklarında James biraz mahremiyet hissederek rahatladı. Zaten oturdukları yer genç melezin bazı günler kafa dinlemek için dinlendiği bir bölgeydi. Barın içinde, olabildiğince her şeyden uzakta. Viskiyi açıp iki bardağa doldurdu. Sıvının çıkardığı her ses yüreğine dolmakta olan tuhaf bir duygunun yansımasıydı aynı zamanda. Bir yakınlık hissediyordu Elizabeth'e, karşı koyamadığı bir çekim rüzgarın salladığı yaprak misali savuruyordu bedenini. Viskisinden ufak bir yudum alarak boğazını yakan o tanıdık hissi duyumsadı. İyi bir sohbetin başlangıcını yapmış devamının nasıl geleceğini merak ediyordu. Gerçi kafası hala karışıktı. Neler sorması gerektiğini dahi bilmiyordu.

Saçlarının arasını kaşıyan genç adam sonunda parmağını kadına doğrulttu. “ Anladığım kadarıyla beni tanıyorsun hem de çok eskiden. Fakat ben… “ Kısa bir süre durakladı. Başına gelenleri anlatmaktan pek hoşlanmazdı. Acınası bir hikayeyi paylaşmak zayıflık göstergesi gibiydi. “ Ben fazla bir şey hatırlamıyorum. Hatta hiçbir şey desem yeridir. “ Gözleri derinleşerek geçmişe döndü. O güne… Kanlar içinde çimenleri geçmiş şans yüzüne güldüğünde Rose karşısına çıkmıştı. Aradan üç yılın geçmiş olması ne komikti oysa. Koca bir yudum daha aldı viskisinden. Yakıcı ama ağzında bir ferahlık bırakan içkiyle birlikte yüz mimikleri kasıldı. Dertlerinin de bu anlık kasılma gibi sonlanmasını ne kadar da çok isterdi. “ Üç yıl önce gözlerimi bu köyün yakınlarında yaralı bir şekilde açtım. Nasıl oraya geldim, niçin o hale geldim hiç bilmiyorum. Yani uyandığımda tüm hafızamı kaybetmiştim. “ Bir süre susup kadını izledi. Mimiklerinden bir anlam çıkarmaya çalışırken aynı zamanda ara sıra gördüğü kabusları düşündü. Geçmişinden bir iz miydi onlar? Eğer geçmişi böyleyse hatırlamaya değer ne vardı? Yanlış bir şeyler yapmış olmaktan korkuyordu. Bu şekilde mutluyken onlarla birlikte vicdan azabı çekmek istemezdi. Fakat aynı zamanda karşısındaki de eğer geçmişinin bir parçasıysa bir şansı vardı belki de. Yine de emin olmalıydı. Hala aklında bazı şüpheleri vardı. “ Şimdi sen de karşıma çıkmış seni tanıyorum diyorsun; ama hala şüpheliyim. Beni başkasıyla karıştırmadığını nereden bileceğim? “
Sayfa başına dön
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz