- Lilith AsjuëdSlytherin V. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 4
Kayıt Tarihi : 19/06/12
Asjuëd
Salı Haz. 19, 2012 9:54 am
Selfier, V.
Boş konuşan insanlardan pek hazzetmeyen Lilith'in oldukça sade ve sessiz bir yapısı vardır. Sürekli bir bilgi edinme ve yenilenme açlığı ile yaşar. İnsanları alt etme yolunda, zekası, sahip olduğu en büyük silahıdır. Sessiz olsa bile damarına basıldığında girişken ve hakkını koruyan birisine dönüşebilir. İnsanların ne kadar adi olduğuna çok erken yaşlarda şahit olduğundan, onları kendisine yaklaştırma konusunda çok büyük beklenti ve standartları vardır. Güvenini kazanmak zordur ve maalesef onunla iyi geçinebilmek için önce sizin hakkınızda oluşan ön yargılarını yıkmanız gerekir.
Boş konuşan insanlardan pek hazzetmeyen Lilith'in oldukça sade ve sessiz bir yapısı vardır. Sürekli bir bilgi edinme ve yenilenme açlığı ile yaşar. İnsanları alt etme yolunda, zekası, sahip olduğu en büyük silahıdır. Sessiz olsa bile damarına basıldığında girişken ve hakkını koruyan birisine dönüşebilir. İnsanların ne kadar adi olduğuna çok erken yaşlarda şahit olduğundan, onları kendisine yaklaştırma konusunda çok büyük beklenti ve standartları vardır. Güvenini kazanmak zordur ve maalesef onunla iyi geçinebilmek için önce sizin hakkınızda oluşan ön yargılarını yıkmanız gerekir.
- Spoiler:
- Gecenin karanlığında zayıf ışıklarla aydınlatılmış koridorda ilerlerken, bir yandan da elindeki kağıda bir şeyler yazıyordu. Koridorun sonunda tahta bir kapıya geldiğinde durdu. Son kez üzerine Emerald yazdığı kağıdı, kapının altındaki küçük boşluktan içeriye attı ve ayağa kalkarak kapının açılmasını bekledi. En yakın arkadaşı, karşısında durmuş yemyeşil gözlerindeki bütün sıcaklıkla gülümseyerek ona bakıyordu.
"Biliyor musun kapıyı açmam için not göndermene gerek yoktu."
"Bir buçuk saat sonra Café de Flore'un orada ki parkta olun, bayan."
"Sebastian, saatin kaç olacağından haberin var mı?"
"En yakın arkadaşını kıracak mısın Em? Buraya tıkılıp kalmayacağımızı söyle, lütfen?"
"Tamam."
"Görüşürüz."
Bir buçuk saat sonra Café de Flore’un oradaki parkta buluşma sözünü aldıktan sonra pürüssüz yanağına ufacık bir öpücük kondurarak tahta kapıyı hafifçe kapadı ve giyinmek için odasına döndü.
Üzerinde, siyah beyaz kareli bir gömlek, altında gri bir pantolon ve beyaz spor ayakkabılarıyla, saatin daha gece yarısı bile olmadığını düşünerek otelin loş koridorlarından, çıkışına doğru sessizce yürüdü. İnsanlar, çoktan düşüncelerini bir kenara bırakmış rahat yataklarına uzanmış ve bilinç altlarının onlara gösterdiği güzel, eziyetli, mutlu yahut öfkeli rüyaları bir filmmiş gibi izliyorlardı. Engel olma ya da değiştirme şansları yoktu. Bilinç altı korkuları şimdi karanlıktan çıkan bir katil gibi rüyalarında onları boğuyordu. Eski oteli geride bırakırken, kalabalığın çoğaldığı mekana doğru hızlandırdı adımlarını. İnsanların gürültüleri sessizliği keskin bir bıçak gibi yarıp geçmişti şimdi. Emerald’ı neden parka çağırdığına dair bir fikri yoktu aslında. Sadece onunla zaman geçirmekten hoşlanıyordu. Belki Seine’in etrafında dolaşır, dondurma yerler ve ona sevdiği kitaplardan birini alıp, hediye ederdi. Böylece bir geceyi daha geride bırakırken, kendisi uykuya dalır, Emerald’da heyecanla aldığı yeni hediyesini okurdu ve sonra da yine sabah olurdu… Planlar beyninin içinde ufak bir gezintiye çıkmışken karanlıkta fazla algılayamadığı bir siluetin uzaktan ona el salladığını fark etti. Belli ki içkiyi fazla kaçırmış, aptal bir kız ne yaptığını bilemez vaziyetteydi ve canı biraz erkek çekiyordu? Başka bir gün olsa kızla takılmak için bir bahane arayabilirdi ancak bu geceyi en yakın arkadaşına ayırmıştı ve üstelik fikir ondan çıkmışken bunu yapamazdı. Siluetin yanından umursamaz bir tavırla geçti ve buluşma mekanları olan, gece barların ışığıyla zar zor aydınlanan, büyük ağaçlarla kaplı parkta bulduğu boş bir banka oturdu. Saat’in buçuk olmasına daha on, on beş dakika vardı ve Emerald’a ait olduğunu sandığı adımlar git gide yaklaşıyordu. Kızı karşılamak için ayağa kalkıp arkasını döndüğünde gördüğü kız Emerald değildi. Kızın kahverengi gözlerindeki boş bakış, kalp gibi yüzünde oldukça donuk ve anlamsızdı. Sarı dalgalı saçları beline kadar uzanıyor, pembe dar elbisesi vücudunun bütün kıvrımlarını ön plana çıkarıyordu. Siyah topuklu ayaklarıyla yalpalayarak yürüdü ve oğlanın yanına oturdu.
Kızın ince bedeni, ağacın gövdesine dayalıyken elleri, çocuğun ay ışığında parlayan bronz saçlarında geziniyordu. Bunun olması için çok yanlış bir geceydi ancak çocuk kendisini her uzaklaştırdığında kız onu daha da çekiyordu. Yeter artık. Kızın gitmesi için elinden gelen en hızlı şekilde dudaklarını, kızın ince, pembe dudaklarına bastırdı. Sıradan ve gereksiz bir öpüşmeydi ve dilediği tek şey sadece bunu yapmamış olmaktı. Saçlarından yavaşça yüzüne dokunmak için kayıp giden elini kavradı ve öptü, dudaklarından dökülen sessiz kelimeleri söylerken kendilerine yaklaşmakta olan silueti fark bile etmedi; Artık gitmelisin. İnce dudaklarıyla çocuğun yanağına şapşal bir öpücük kondurduktan sonra yalpalaya yalpalaya karanlıkta kayboldu. Az önce oturduğu banka geri dönmek için kafasını çevirdiğinde gördüğü kişiyle o durumda asla karşılaşmamış olmayı diledi, ama çok geçti.
Mavi gözlerindeki şaşkınlık, içindeki boşluğun yansımasıydı sadece. Ne yapması ya da ne söylemesi gerektiği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Kızı deli gibi kırdığını bildiği halde, ona gidip düşüncelerini anlatmak, ona sarılmak ve her şeyin eskisi gibi olmasını istediğini söyleme dürtüsü bedenini ve beynini ele geçirmişti. İçinde paramparça olmuş duyguları görebiliyor, hiç hissetmediği kadar derinde hissedebiliyordu. “—Ben.. Sanırım gelmemeliydim.” Kıza doğru bir adım attı ancak kız geriye doğru sendeledi. Şu anda gözleri onunkiyle buluşmuyordu, yüzündeki masumiyet incinmiş bir meleğinki kadar can yakıcıydı ve kendi içinde duyduğu pişmanlık hiç olmadı kadar şiddetliydi. “—Böyle davranmak zorunda değilsin, Sebastian. Onları kullanıp atmak zorunda değilsin! Onlar senin kuklan değil!” Ancak işittiği tek bir cümle, sadece tek bir cümle hakimiyetini kaybetmesine neden olmayı başardı. Yapacağı hareketin sonuçlarını bile düşünmedi. Kızın giderek yükselen sesi beyninde defalarca yankılandı . İçindeki pişmanlık şimdi öfke ve kızgınlıkla yer değiştirmeye hazırlanıyordu. Düğümlenmiş boğazından çıkabilecek en güçlü sesle bağırdı. “—Sen kimsin ki Em!? Kim olupta karşıma geçmiş konuşuyorsun! Söylesene Em, kimsin!? Neyimsin benim!?” Yaptığı hatayı fark bile etmeden hızlıca yürümek için adımını attı. Ama kalbindeki kırıklar canını yaktı ve durdu. Kızın suratından süzülen yaşları görmeye cesaret edemedi sadece durdu ve hak ettiği sözleri duymayı ve kendini savunmayı bekledi.
Az önce sergilediği davranışlar ona ait değildi. Bu o değildi, olamazdı. Az önce olduğu kişilikten iğrendi, nefret etti. O kişiyi içinde bulup paramparça etmek istedi, her bir parçasını da yok etmek. Verdiği sözü tutamamıştı ve şimdi burada durmuş en yakın arkadaşının kalbini binlerce parçaya ayırmasına rağmen kendisini savunuyordu. Hayatında olabileceği en iğrenç insan olmuştu. Ama şu gurur denen aptal şey geriye dönüp bir adım atmasına izin vermiyordu. Baskındı, kontrol sahibiydi ve kesinlikle acımasızdı. Kelimelerin ağzından yıkıcı bir şekilde dökülmesine engel olamamıştı. Ay ışığında parlayan iki zümrüt gözün içindeki o sönüklüğe bakmaya cesareti yoktu. Onlar, her zaman parlaktı, sıcaktı, mutluydu, güzeldi, hatta hayatında gördüğü en güzel gözlerdi. Ve şimdi o pürüzsüz yanağından akan yaşların kendisi yüzünden olmasını kaldıramıyordu. Sadece yapamıyordu işte. Hayatında gördüğü en masum varlık, şimdi ellerinden, değdiği her noktada bu acı anının izlerini bırakarak kayıp gidiyordu ve o, tutmak için bir çaba bile sarf etmiyordu. Acı fazlaydı, çok güçlüydü, saçmaydı ve olmaması gerekiyordu. Hayatında hiçbir zaman birini kaybettiği için bu kadar üzülmezken, şimdi niye bu kadar karışık ve tanımsızdı. Aklını kapatmak istedi, anılarını, duygularını fakat o anda canını acıtabilecek en sivri anı beynine hücum etti ve oraya battı, battığı yeri kanattı ve büyük bir boşluk açtı.- Yedi yaşlarında falan olmalıydı. Güneşin tamamen dorukta olduğu bir gündü. Yemyeşil ağaçların dalları arasından süzülen güneş ışınları, gözlerini yeni açmaya başlayan çiçekleri bir anne gibi sarıp, sarmalıyordu. İki tarafının pembe ve sarı çiçeklerle süslendiği, taş yoldan yürüdü. Kütüphanenin paslı kapılarından içeri girdi ve aradığı kitabı bulmak için rafların arasına süzüldü.
“Şey bakar mısın? Bir kitap arıyorum ve bu kütüphaneye yabancıyım. Bana yardım edebilir misin acaba?” Yavaşça kadife sesin geldiği yöne doğru döndü. Hayatında gördüğü en güzel yeşil gözlere sahip küçük bir kızdı, vanilya kokusunu sinüslerinde hissedebiliyordu. Kahverengi, su dalgası saçları beline kadar uzanıyordu ve gerçekten çok güzeldi. Pot kırmamaya çalışarak, en bilmiş halini takındı ve soğuk bir sesle cevap verdi. “Kusura bakma ama burası bir kütüphane ve sence ben görevliye benziyor muyum?” Kız, zümrüt gözlerini kısarak sinirli bir bakış attı ve elindeki kalın kitabı çocuğun ayaklarının üzerine bıraktı. Ağzından çıkan anlık bir iniltiyle, refleks olarak ayağına eğildi. Kız yavaşça eğilerek kitabı eline aldı ve konuştu. “Kusura bakma, yanlışlıkla düşürdüm.” Ani bir hareketle arkasına döndü ve hafif bir kıkırtıyla oradan uzaklaştı. Aynı anı devam ediyordu ama şimdi rafların arasında değildi. Kütüphanenin ortasında bulunan büyük bir masaya doğru topallayarak ilerliyordu. Sabah gördüğü o bilmiş kız sinirini bozmuştu ve onunla bir daha karşılaşmamayı umdu. Derken, yine aynı kız saçlarının, hareketi yüzünden etrafında oluşan rüzgarda, dalgalanmasına izin verirken ona doğru yaklaştı. Sandalyesini hafifçe çekti, kitabı masaya bıraktı ve bilmiş gülümsemesiyle oturdu. Kitabın arasından küçük bir kağıt çıkardı, üzerine bir şeyler yazdı ve çocuğa uzattı. Gördüğü en düzgün el yazısıyla yazılmış olan kağıdı okudu. Sabah için özür dilerim ama bunu hak etmiştin. Ben Emerald, Em de. Ya sen? Kızınkinin yanında kesinlikle iğrenç denebilecek bir yazıyla ekledi Sebastian. Kağıdı tekrar uzattı ve o an için hiç yapmak istemediği ama içinden gelmesine engel olamadığı hareketi yaptı; gülümsedi.
Anı o anda dağıldı ama kaybolmadı.
Şimdi farklı bir yerdeydi. Bu yer, çok… tanıdıktı. Danimarka’daki evleriydi ve kış ilikleri donduran bütün soğukluğuyla etrafa hükmediyordu. Muhtemelen birkaç yıl önce, noel günüydü ve saat daha çok erkendi. Emerald’la Hogwarts’a aynı binaya seçilmişlerdi, çok yakındılar ve ailesinden onlarda kalmak için zorla izin almışlardı. Kahverengi mobilyaların hakim olduğu odasında, yatağında uyurken birisi yavaşça onu dürtüyordu.
“Sebastian, Sebastian hadi kalk.”
“Hey Em. Saatin kaç olduğunun farkındasın değil mi?”
“Evet ama bunun için daha fazla beklemek istemedim ve, şey, en yakın arkadaşın olarak özel olmasını istedim.”
“Ah, evet anlıyorum Em.”
“Öyleyse on dakika sonra arka bahçedeki çeşmenin orada buluşalım.”
“Peki, görüşürüz.”
Kapı arkasından kapandı ve bulduğu en kalın kıyafetleri giyerek çeşmeye doğru yürümeye başladı. Uykudan zar zor açtığı gözleri yüzünden birkaç kez duvara tosladı ve sabah sabah canının yanması yüzünden huysuzlandı. Kapıdan çıktı ve kesici soğuk bir anda bütün dokularına hücum etti ve aniden kızaran burnunu kaşıyarak esnedi. O anda suratına gelen bir kar topuyla kendine geldi ve mavi gözlerini kısarak Emerald’a doğru kızgın bir bakış attı. Kızın sıcacık gülümsemesi, üstündeki bütün soğukluğu uzaklara götürdü ve sakinleşmesine sebep oldu.
“—Bu saatte hangi delice sebepten beni buraya çağırdığını oldukça merak ediyorum doğrusu.” Tek kaşını kaldırıp bir yandan gülümsedi ve kız tepki olarak kıkırdadı. “—Önemli bir şey değil, sadece yeni yıl hediyeni vermek istedim.” Soğuktan kıpkırmızı olan elleri cebine gitti ve cebinden ufak kalp şeklinde bir kolye çıkardı. “—Bu, sekizinci yeni yılımızın hediyesi. Ve en yakın arkadaşım olduğun sürece bunu saklamanı istiyorum.” Kızın yumuşacık ellerinden kolyeyi aldı ve içini açtı. İçinde geçen yıl yaz tatilinde birlikte çektirdikleri bir fotoğraf vardı. İkiside gülümsüyordu ve ikisi de gerçekten mutluydu. Fotoğrafın yanında bir de defalarca katlanmış küçük bir kağıt parçası vardı. Kağıdı açtı ve içinde yazanları okudu. Sabah için özür dilerim ama bunu hak etmiştin. Ben Emerald, Em de. Ya sen? “—Aman Tanrım Em! Bu çok… çok… çok güzel!” Sesindeki mutluluk tonu, sabahın bütün sessizliğini delip geçmişti. Kıza öyle bir sarıldı ki, bir daha hiç bırakmayacakmış gibi, asla en yakın arkadaşı olduğunu unutmayacakmış gibi.
Gecenin karanlığı, bütün anıların ortasına bir bıçak gibi düşmüş, hepsini kesip geçmişti. Gördükleri sadece anılardı, geçmişteki güzel anılar, mutlu anılar. Eli bir refleksmişçesine cebine gitti. Kolye orada duruyordu. Gümüşün üstüne kazınmış E ve S harflerini hissedebiliyordu. Kolyeyi sıkıca tuttu, sımsıkı. Tıpkı en yakın arkadaşına yaptığı gibi. O sırada Emerald’ın titrek kadife sesi, kulaklarını tırmaladı, kalbine bir zehirmiş gibi damladı ve orayı yaktı. “—Ben senin en yakın arkadaşınım.” Kızın dudaklarının arasından yavaşça çıkan sözler, göz yaşlarını zorla tutmaya çalıştığının bir göstergesiydi. Dönüp ona sarılamazdı, geçti diyemezdi ve tek sebebi kendisiydi. “—Ben senin en yakın arkadaşınım! Bir kez söz vermiştin, hatırlıyor musun?! Bir daha böyle oyunlar oynamayacağına söz vermiştin! Hiçbir kızla oynamayacaktın! Buna hakkın var mı sanıyorsun! Neden böyle davranıyorsun! Söyle ve hak vereyim sana!” Ses daha da yükselmişti, daha acı yüklüydü ve kulak zarını parçalara ayıracak derecede batıyordu. Söyleyecek tek bir sözü bile yoktu, düşünemiyordu ve sustu, sadece sustu. Yavaşça yaklaşan siluet, kolunu sert bir şekilde kavradı ve sıktı. Teni, tenine değdiği her saniye yaraladı. “—Bu gerçek sen değilsin! Lanet olsun, değilsin!” Aklının sözlere dökemediği düşünceleri, gururu dile getirdi. Sertti. “—Evet! Gerçek benim! Lanet olsun ki gerçek benim!” Çoktan bavulunu alıp gitmiş anılarıyla son bir kez kucaklaştı, veda etmeye hazır değildi ama yaptı. “—Hoşuna gitmedi mi Em? Ben buyum, sen ya da bir başkası beni değiştirebileceğini mi sanıyor! Değiştiremez, değiştiremezsin işte! Madem en yakın arkadaşımsın, niye yanımda değilsin! Orada durup bana hakaret edeceğine, dinlemeyi bile denemeden yargılayan insan, benim en yakın arkadaşım olamaz! Bana ne yapacağımı söyleme! SÖYLEME!” Ağzından çıkan sözlerin, kalbine bir hançer gibi saplandığını biliyordu. Yeşil gözlerini, göz yaşlarını saklamak için yere eğdiğini biliyordu. Onu ne kadar kırdığını biliyordu ve söylemek istediklerinin bunlar olmadığını biliyordu. Aslında gerçek şuydu: Gitme Em, kaçma. Gözyaşlarını görmek, ruhumu acıtıyor biliyorsun, zaten ben senin ağlamana hiçbir zaman dayanamadım. Ve onların, benim yüzümden olduğunu bilmek… Canının acımasını görmek istemiyorum… İçimde bir şeyler var ve ben kaçmak istiyorum. Sessiz çığlıklarıyla kendisine bile itiraf edemediği gerçekleri ilk defa dile getirirken, sıkıca elinde kavradığı kolyeyi yeniden cebine bıraktı, tıpkı en yakın arkadaşı gibi.
Böyle bir karaktere bu kadar duygu kesinlikle fazlaydı, yeniydi, hatta daha önce bünyesinde hiç tat bırakmamıştı bile. Öyle durumlar olduysa bile farkında olmaz, umursamazdı, insanlar nasıl olsa onu hep affederdi ya da kendisi bir yolunu bulur bütün hatalarını hiç olmamış gibi silerdi ve kesinlikle izi bile kalmazdı. Duygusallıktan nefret ederdi, her zaman etmişti. Sadece Emerald’ın bütün masumluğuyla çaresizliğin ortasında kaldığı zamanlarda boynuna sarılıp ağlaması onu üzerdi. Elleriyle pürüzsüz yanaklarından akan yaşları siler, ona her şeyin geçeceğini söyler ve onun moralini düzeltmek için şekilden şekle girerdi. En sonunda yine kendisi kazanırdı ve her defasında Emerald önemli bir şey için bile olsa göz yaşı dökmeyeceğine söz verirdi. Gerçi bu zamanların sayısı çoğunlukla azdı çünkü Emerald her zaman güçlüydü ve asla boyun eğecek kadar çabuk pes etmezdi. Şimdiyse mutlu ya da mutsuz hepsi geride kalmıştı. İki zümrüt parçasının içinde yanan alevleri, kendi gözlerindeki kabaran okyanuslarla söndürmek istese de kendini affettirmesini sağlayacak hiçbir adım atamadı. Sanki içinde iki ayrı kişiye bölünmüştü; birisi üzüntüyü hissediyordu, onu ılımlı davranmaya itiyordu, diğeriyse acımasızdı, nefretle sarılmış düşüncelerini dışarıya püskürtmek istiyordu. Sorun şu ki ikisi de oydu ve birisi içini kaplamışken, diğeri bir maske gibi suratına yapışmıştı. Yumruklarını sıktı. Sadece düşünmemek istiyordu, uzaklaşıp gitmek ve hiçbir şeyi umursamamak istiyordu. Kalabalığın doldurduğu seslerin ortasında kızın sesi bir çığlık gibi patlak verdi. Bakışlarını sabitlediği karanlık zeminden kaldırdı kafasını ve bulduğu bir güçle doğruca kızın suratına baktı ama gözlerine değil. Güçten yoksun birine dönmesine izin vermeyecekti. “—Mazeretin ne Sebastian? Eğer bunca yıldır beni yanında görmediysen bundan sonra nasıl göreceksin?” Kız yavaşça geriye bir adım attı. Komik bir rüyaymış gibi gelişen olaylar şimdi gerçeğe daha da çok yaklaşıyordu. Kaçıyordu. “—Üzgünüm, haklısın göremeyeceksin.” Kız yavaşça eğildi ve az önce düşürdüğü kitabı eline aldı, tekrar. Güzel hayaller kurarak yanına getirdiği kitabı, kötü bir anının hatırası olarak kirletmişti. Yaptığı pisliğin ortasına leke gibi düşmüştü ve belki de o kitaba baktıkça bu iğrenç gün zihninde sürekli dönüp duracaktı. Ama bu günü ona hatırlatan tek şey o kitap olmayacaktı. Kendini güçlü gösterecek bir söz söylemeliydi, acı katsayısı umurunda bile değildi. “—Bu, bugün aldığım en güzel haberdi.” Kelimeler ağzından dökülür dökülmez bir hışımla kıza arkasını döndü ve nereye olduğu bilmediği bir yere doğru yürümeye başladı. Parkın sonuna geldiğinde durdu. Yaptığı büyük hatanın kalıntılarını izledi; tek bir söz söylemesine bile izin vermediği kızın, tek başına kalabalığın arasında ağlayarak kayboluşunu.- Saat fazla geçti ya da fazla erken. Zaman bile kavramını kaybetmişti. Güneş yeni umutlarla doğan güne ilk adımını dağların arasından atmıştı. Ne yazık ki o umutlar bugün yüzüne gülmeyecekti. Bu saate kadar gittiği hiçbir yeri hatırlamıyordu. Zihnine kazınan lanet olası sönük bir hatıradan başka hiçbir şey hatırlamıyordu. Pencerelerden yavaşça süzmekte olan ışık, otelin koridorunu hafifçe aydınlatmaya başlamıştı. Birkaç gündür tanıdığı duvarlara son kez bakıyordu. Koridorun manzarasını, zihnine kazımaktan alıkoymaya çalıştı. Ama burada yaşadıklarını zihninden kazımayı asla başaramayacaktı. Koridorun sonundaki tahta kapıya vardı, son kez. Bu sefer kurduğu saf hayallerle değil, kirlettiği pis anılarla. İçerideki, muhtemelen uyumuştu. Bilinçaltında kurduğu dünyada mutlulukla buluşuyordu. Çocuk, elini cebine attı, E ve S harflerinin kazınmış olduğu gümüş kolyeyi çıkardı. En yakın arkadaşım olduğun sürece bunu saklamanı istiyorum. Kızın canlı nefesiyle hayat bulan kelimeler, çocuğun umutsuz zihninde sonlarına kavuşuyordu. Yavaşça eğildi, kolyeyi son defa elinde sıktı ve hafifçe kapının altındaki boşluktan odanın zeminine doğru bıraktı. Hoşçakal en yakın arkadaşım, hoşçakal gölgesinde sarhoş olmak istediğim sonsuz sevgi.
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz