- Marlon BlackwoodKonsey Üyesi, Leondier Temsilcisi
- Mesaj Sayısı : 222
Kayıt Tarihi : 15/04/12
Yaz sonu.
Perş. Mayıs 10, 2012 3:19 pm
- Yaz Sonu
Rusgillerin yaza veda partisi diyebiliriz buna. Evet. Toplaşıp eğleniyoruz işte ailecek.
- Spoiler:
Mekanımız burası oluyor. Yaşlı Katyusha ve Konstantin Onegin çiftinin İskoçya'daki yazlık evi. Burası aynı zamanda bir çiftlik. Büyükçe bir arazisi var ve içinde korular, göletler vs barındırıyor. Buranın arka bahçesine kurulan yaklaşık 50 kişilik bir dikdörtgen masa var, oradayız bu akşam.
Katyusha ve Konstantin çifti geleneksel olmayı tercih ediyor. O sebepten büyücü akrabaların cisimlenmesi falan hoş karşılanmıyor. Bu akşam asalar konuşmayacak! Herkes muggle usülü ve eski moda giyinmiş olarak gelecek ve eğlenecek! Kuralları bunlar. Yine de ailenin büyüklerinden olduğundan ve her sene yaz sonunda düzenledikleri bu davet oldukça keyifli geçtiğinden buna pek karşı çıkan olmuyor.
Zaman ağustos sonları, ona göre yazarsınız artık.
Bir de kafanıza göre akraba falan türetmekten çekinmeyin, kalabalığız sonuçta. ^^,
- Marlon BlackwoodKonsey Üyesi, Leondier Temsilcisi
- Mesaj Sayısı : 222
Kayıt Tarihi : 15/04/12
Geri: Yaz sonu.
Perş. Mayıs 10, 2012 3:21 pm
“Bensiz devam edebilirsin Evgeni, biraz yürüyeceğim.”
Marlon şöforünün kapısını tutmasını bile beklemeden araçtan indi. Yolun geri kalan kısmının keyfini çıkarmak istiyordu. Ne de olsa yazın son günlerindeydiler ve Orenthia'nın kasvetli kalesinde geçireceği uzunca bir dönemden önceki son şansıydı bu güzel arazide dolaşmak için. Noel zamanında da buralar hayli güzel olurdu, itiraf etmeliydi ki kar altında görülen çayırlar şimdi olduğundan bile daha hoş görünürdü göze. Ancak öyle zamanlardaki davetlerde, özellikle Noel yemeklerinde ve kış balolarında doğa herkese Rusya'yı hatırlattığından hüzünle karışık bir neşe hakim olurdu herkese. Şimdi sararmaya ve kızarmaya yüz tutmuş yapraklar arasında daha çok çocukluğunun geçtiği mutlu günleri hatırlıyordu; sonraki zamanları değil.
Ellerini arkasında birleştirmiş yürürken, garaja çekilmek üzere mülke doğru ilerleyen siyah, pahalı otomobile gülümseyerek baktı. Yaşlı Konstantin ve Katyusha'nın kapısı böylegünlerde gelen herkese açık olurdu; ancak tek bir şartla. Eski günlerdeki gibi zarif, şatafatlı ve eski moda yöntemlerle geliyorlarsa. Unutmamaları gerekiyordu ki büyücü olmayan birçok akrabaları vardı ve bu gerçeği onların yüzüne vurmak hiç de hoş karşılanacak bir hareket değildi. Bu tavrın akılıca olduğunu düşünüyordu Marlon, zira bugünlerde esen De Vries rüzgarı şiddetlenmeye başlamışken şark diye bir yerlerde belirmenin, asaları yarıştırmanın ilgi çekmekten başka bir işe yaramayacağı kesindi. Yine de asası yanındaydı tabi her ihtimale karşı. İronik bir gülümseme yayıldı kirli sakallı yüzüne. Tanrı biliyordu ya, en yakınlarını bile koruyamamıştı zamanında, şimdi kimi nasıl koruyacaktı ki?
“O günler geçip gitti, o günler kirpiklerimin arasından.” diye mırıldandı hafifçe, sevdiği bir şiirden alıntı yaparak.
Yaprakları çıtırdata çıtırdata yürürken evden yükselen sesi rahatça duyabiliyordu. Birileri bet sesine rağmen şarkı söylüyor, Katyusha Teyze de olanca kuvvetiyle bağırıyordu ona. Gürültülü akrabaların sesi duyulduğuna göre bir hayli yaklaşmış olmalıydı. Bir sürü sempati bakışı ve söz edilmeyen konular aklına geldikçe sıcaklamaya başlamıştı şimdi. Bunda Katyusha Teyzenin giyim kuşam konusundaki ısrarı daönemliydi tabi. Resmi bir cüppe giymişti. Koyu lacivert ipekli kravat ve yeleğiyle bir hayli güzel görünüyordu. Bunun yanında omuzlarında yazlık da olsa bir pelerin vardı. Pelerin peleridi işte, bunaltıyordu en nihayetinde. Normalde resmi giyinmeye alışkın olsa da yaz havası sebebyle ilk tercihi değildi bu tarz.Yine de Katyusha ve Konstantin'e görünene kadar pelerinini çıkarmayı aklından bile geçiremezdi.
Çoktandır Onegin mülkü içerisinde yürüyor olsa da asıl mülkü çevreleyen bir duvarla kapalı bir iç bahçe daha vardı. Marlon bu bahçeye açılan kapıdan içeri adım attığında pek çoklarının gelmiş olduğunu fark etti. Olga'yla Peter'in nostaljik Cadillac'ları garaja çekilmek üzere bekliyordu evin önünde. Belli ki henüz içeri geçmişlerdi. Derken arkasından bir Rolls Royce'un korna sesini duydu. Kuzen David -bugünlerde asıl rus ismi yerine ingiliz olanı tercih eden gençlerden biriydi o da- selam vererek yanından geçti.
En nihayetinde basamakları çıkarak büyükçe eve vardığında duyduğu yaşlı kadın sesi olduğu yere çivilenmesine sebep oldu.
“Ivan!”
Yaşlı Katyusha her yeğen ve torununu akıl almaz bir sevgiyle severdi. Bunun nişanesi olarak fiziksel yakınlaşmalardan da çekinmezdi. Durum değişmemişti. Kendisine annesinin koyduğu isimle seslenir seslenmez yüzünü elleri arasına alıp küçük bir çocuk gibi yanaklarını kızartana kadar sıkmıştı. Bittabi öpücüklere boğmayı da ihmal etmemişti.
“Seninkiler de yeni geldi. Arka bahçeye kurduk masayı, geçebilirsin.”
Belli ki anne babasından bahsediyordu. Onları görmeye can atıyor değildi son günlerde, annesinin sürekli endişeli bakışları sonbahar geldiğinde nedense artar, babası nasıl olduğunu sorup dururdu. Yine de Katyusha'nın lafını ikiletmeyerek arka bahçeye doğru yollandı. Yolda kendisini hayli sıcak tutan pelerinden de kurtularak derin bir nefes aldı ve sekiz kişiye selam verdikten sonra arka bahçeye açılan kapıdan dışarı adımını attı. İşte, şenlik başlıyordu!
Marlon şöforünün kapısını tutmasını bile beklemeden araçtan indi. Yolun geri kalan kısmının keyfini çıkarmak istiyordu. Ne de olsa yazın son günlerindeydiler ve Orenthia'nın kasvetli kalesinde geçireceği uzunca bir dönemden önceki son şansıydı bu güzel arazide dolaşmak için. Noel zamanında da buralar hayli güzel olurdu, itiraf etmeliydi ki kar altında görülen çayırlar şimdi olduğundan bile daha hoş görünürdü göze. Ancak öyle zamanlardaki davetlerde, özellikle Noel yemeklerinde ve kış balolarında doğa herkese Rusya'yı hatırlattığından hüzünle karışık bir neşe hakim olurdu herkese. Şimdi sararmaya ve kızarmaya yüz tutmuş yapraklar arasında daha çok çocukluğunun geçtiği mutlu günleri hatırlıyordu; sonraki zamanları değil.
Ellerini arkasında birleştirmiş yürürken, garaja çekilmek üzere mülke doğru ilerleyen siyah, pahalı otomobile gülümseyerek baktı. Yaşlı Konstantin ve Katyusha'nın kapısı böylegünlerde gelen herkese açık olurdu; ancak tek bir şartla. Eski günlerdeki gibi zarif, şatafatlı ve eski moda yöntemlerle geliyorlarsa. Unutmamaları gerekiyordu ki büyücü olmayan birçok akrabaları vardı ve bu gerçeği onların yüzüne vurmak hiç de hoş karşılanacak bir hareket değildi. Bu tavrın akılıca olduğunu düşünüyordu Marlon, zira bugünlerde esen De Vries rüzgarı şiddetlenmeye başlamışken şark diye bir yerlerde belirmenin, asaları yarıştırmanın ilgi çekmekten başka bir işe yaramayacağı kesindi. Yine de asası yanındaydı tabi her ihtimale karşı. İronik bir gülümseme yayıldı kirli sakallı yüzüne. Tanrı biliyordu ya, en yakınlarını bile koruyamamıştı zamanında, şimdi kimi nasıl koruyacaktı ki?
“O günler geçip gitti, o günler kirpiklerimin arasından.” diye mırıldandı hafifçe, sevdiği bir şiirden alıntı yaparak.
Yaprakları çıtırdata çıtırdata yürürken evden yükselen sesi rahatça duyabiliyordu. Birileri bet sesine rağmen şarkı söylüyor, Katyusha Teyze de olanca kuvvetiyle bağırıyordu ona. Gürültülü akrabaların sesi duyulduğuna göre bir hayli yaklaşmış olmalıydı. Bir sürü sempati bakışı ve söz edilmeyen konular aklına geldikçe sıcaklamaya başlamıştı şimdi. Bunda Katyusha Teyzenin giyim kuşam konusundaki ısrarı daönemliydi tabi. Resmi bir cüppe giymişti. Koyu lacivert ipekli kravat ve yeleğiyle bir hayli güzel görünüyordu. Bunun yanında omuzlarında yazlık da olsa bir pelerin vardı. Pelerin peleridi işte, bunaltıyordu en nihayetinde. Normalde resmi giyinmeye alışkın olsa da yaz havası sebebyle ilk tercihi değildi bu tarz.Yine de Katyusha ve Konstantin'e görünene kadar pelerinini çıkarmayı aklından bile geçiremezdi.
Çoktandır Onegin mülkü içerisinde yürüyor olsa da asıl mülkü çevreleyen bir duvarla kapalı bir iç bahçe daha vardı. Marlon bu bahçeye açılan kapıdan içeri adım attığında pek çoklarının gelmiş olduğunu fark etti. Olga'yla Peter'in nostaljik Cadillac'ları garaja çekilmek üzere bekliyordu evin önünde. Belli ki henüz içeri geçmişlerdi. Derken arkasından bir Rolls Royce'un korna sesini duydu. Kuzen David -bugünlerde asıl rus ismi yerine ingiliz olanı tercih eden gençlerden biriydi o da- selam vererek yanından geçti.
En nihayetinde basamakları çıkarak büyükçe eve vardığında duyduğu yaşlı kadın sesi olduğu yere çivilenmesine sebep oldu.
“Ivan!”
Yaşlı Katyusha her yeğen ve torununu akıl almaz bir sevgiyle severdi. Bunun nişanesi olarak fiziksel yakınlaşmalardan da çekinmezdi. Durum değişmemişti. Kendisine annesinin koyduğu isimle seslenir seslenmez yüzünü elleri arasına alıp küçük bir çocuk gibi yanaklarını kızartana kadar sıkmıştı. Bittabi öpücüklere boğmayı da ihmal etmemişti.
“Seninkiler de yeni geldi. Arka bahçeye kurduk masayı, geçebilirsin.”
Belli ki anne babasından bahsediyordu. Onları görmeye can atıyor değildi son günlerde, annesinin sürekli endişeli bakışları sonbahar geldiğinde nedense artar, babası nasıl olduğunu sorup dururdu. Yine de Katyusha'nın lafını ikiletmeyerek arka bahçeye doğru yollandı. Yolda kendisini hayli sıcak tutan pelerinden de kurtularak derin bir nefes aldı ve sekiz kişiye selam verdikten sonra arka bahçeye açılan kapıdan dışarı adımını attı. İşte, şenlik başlıyordu!
- Aidan WandhuntGryffindor III. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 163
Kayıt Tarihi : 25/04/12
Geri: Yaz sonu.
Perş. Mayıs 10, 2012 6:31 pm
- Gökyüzü, her zaman değişkendir, bazen beyaz olur bulutlarla, bazen maviye döner pürüzsüz güneşle. Arada gri olur, sonra alacalı bulacalıya dönüşür. Akşama doğru da nefis boyalarını sürer arsız kadınlar gibi. Portakalıyla, eflatunuyla, moruyla, pembesiyle insanları imrendirecek kadar güzel olur. Ancak bazen aşırı öfkelenir, gürler, ağlar, inler. Bazen huzur dolu olur, kıpıtısız, hareketsiz durur. Arap çöllerinde gökyüzü kendini kumlara sarar edeple, çarşafa bürünür gibi. Bazen bulutlarını aşağıya indirir, o şekilde saklar kendini, sanki kimsenin görmesini istemediği bir ayıp yapmış gibi. Herkes onun kadın olduğunu düşünür, fakat öyle olmamalı, bir kadın olsaydı bünyesinde yaşattıklarından erkek olanlara ve kadın olanlara farklı davranmaz mıydı? Evet, kabul etmeliyiz ki iki cins de birbirine düşmandır aslen. Transeksüeldi gökyüzü. Evet, erkek de değil, gay de değil, hatta hatta lezbiyen de değildi. Bunların özelliklerini taşımıyordu bu güzel varlık. O bakımı ile, cilvesi ile, sürekli değişen yapısıyla bir kadını; vakarı ile, yaptım oldusu ile, merhametsizliği ile bir erkeği andırıyordu. Ve bugün bu transeksüel, oldukça neşeliydi İskoçya'da. Yaşlı Onegin çiftinin evinden oldukça uzak bir yere daha az evvel cisimlenerek kendisini de getiren ailesi ile bir kafede oturuyordu genç büyücü. Onların bunu tercih etmesinin nedeni, bir yere zamanında varma konusundaki katı kurallarıydı. Anne ve babası ile bir yaz geçirmek yeterince zulmken üstelik şimdi, odasından çıkmış, onlarla başbaşa kalmış olmak bambaşka bir depresyon sebebiydi Aidan için. Üçgensi yüzüne uyumlu, şekilli dudaklarını bükerek iç çekti ve eline geçirdiği tuzlukla oynamaya başladı genç büyücü. Diğer yandan oturduğu yerde iyice kaykılmış, tek bacağını sıkıntıyla sallıyordu. Babası elbette bundan rahatsız oldu. ''Aidan Wandhunt, elin dursa ayağın durmuyor be çocuğum. Rahatsız mısın nesin?'' diye söylendi ani bir öfkeyle. Bu gürlemenin üzerine gözleri şaşkınlıkla açılarak yerinde doğrulan Aidan ister istemez sitemkar şekilde kollarını kavuşturarak dudaklarını eğdi, ardından başını hafifçe eğerek biraz kambur durdu. Bu da annesinin ilgi alanıydı işte. ''Aidan, dik dursana oğlum. Kambur kalacaksın. Ah, şu gençlerdeki kambur çıkarma merakını ben bir türlü anlayamıyorum. Biz mesela...'' diye başlayan bir dolu bıdı bıdı. Ansızın annesinin sözünü kesmek için bir hareket yaptı Aidan. ''Anne, bak ne diyeceğim. Neden dakik olacağız diye bu kadar kasıyoruz? İhtiyarların her daim hazır olduğuna eminim. Yani bu son yarım saatte de yapılacak hazırlığın onları utandıracak bir şey olduğunu sanmıyorum. Hem bu esnada biraz kurabiye de yerdim. Ne olurdu erken gitseydik yani?'' demesiyle kıyametlerin kopması bir olmuştu. Baba bir yandan onu konuşma tarzından dolayı azarlıyordu, anne bir yandan her zamanki ukala tavırlarıyla bir dolu açıklama yapıp, ders veriyordu. Ve kabus gibi geçen dakikalar, dakikalar... Bu aile kesinlikle Aidan'a uymuyordu. Nefret ediyordu böyle bir ailenin mensubu olmaktan.
En nihayetinde kalkıp da yürümeye başlamışlardı artık. Annesinin ve babasının giydiği kıyafetlerin komikliğini geçmişti Aidan, kendi yakasına kırmızı bir lale takmaya çalışmaları ne oluyordu? Ve Merlin aşkına, bunca zamandır az çok bu davetlerde muggle kıyafetleri giymek zorunda kalıyorlardı, nasıl bu kadar başarısız şeyler seçip de bunları utanmadan giyebiliyorlardı? Etraftaki mugglelar onlara garip garip bakarken az daha yerin dibine geçecekti Aidan. Daha da kötüsü sanki bununla övünüyorlardı, kötü giyinmekle!? İçeri girdiklerinde Katyusha Onegin'i gördüler ilk olarak. Kadının dediği Rusça sözlere Aidan da, babası da aptal ve anlamaz bakışlarla bakarken, annesi daha yeni öğrendiği bozuk Rusça ile cevap verdi. İhtiyarın bu İngiliz akrabalardan gelen jestinin karşısında neşeyle güldüğünü görebiliyordu üçü de. Aidan yavaş bir şekilde adım atarak yaşlı hanımın elini tuttu ve bir İngiliz centilmeni gibi elini öptü. Bay Onegin'e de başıyla sevimli bir selam verdi. Arka tarafa buyur edildiklerinde ilk olarak Wandhunt kanını bu Rus aileye vermiş olan yaşlı akrabaları ile karşılaştı. Onun kendisine yapışarak genç büyücüyü ıslak öpücüklere boğmasından kaçmayı başaramadı bile. Ancak onun onun geçmişteki soyadını taşıyan diğer üyelerinden farklı olduğunu bildiği için bu durumdan pek de memnuniyetsiz kalmamıştı. Sorduğu Rusça ile karışık sorulara anlam vermeye çalışarak, kafa göz yara yara yanıt verdi. Kadın aile içinde yaşaya yaşaya kendisi de resmen Rus olmuştu. Bir zamanlar Aidan'a söylediği sözleri hatırladı o kadının. -İnsan ömrünün bir kısmında ailesinin diliyle konuşur, sonra sevdiğiyle karşılaşır, sevdiği insanın diliyle konuşmaya başlar.- Bir gülümseme kondurdu dudaklarına. Üzerine ailesine inat geçirdiği düzgün muggle kıyafetlerini o sarılma yüzünden kaymış olan taraflarını düzelterek hızlı adımlarla masaya adımını attı. Anne ve babası ile kesinlikle ve katiyen yanyana oturmamaya kararlıydı. Tam birini seçmişti ki az ileride masmavi gözleri ve kumral görüntüsü ile Bay Blackwood'u gördü. Masaya oturmaktan vazgeçerek onun gururlu adımlarını attığı yere doğru koşar adımlarla ilerledi. ''Bay Blackwood, sizi gördüğüme sevindim.'' dedi kocaman biri sırıtma ile. Hatta Wandhunt'ların o sıkıcılığından sonra daha geniş, daha renkli aile üyelerinin bulunduğu bir yemeğe gelmek, daha da sevindiriciydi. Elini uzattı heyecanla. Artık bir çocuk olmadığına göre resmi bir ek sıkışma kesinlikle trcih edilebilirdi.
- Diamenth RhithynwelMelez
- Mesaj Sayısı : 32
Kayıt Tarihi : 27/04/12
Yaş : 31
Nerden : İskoçya
Lakap : Die,Menth
Geri: Yaz sonu.
Cuma Mayıs 11, 2012 1:16 pm
Birbirini kovalayan sokakların tarihi ne kadar eskidir? Her yana saçılmış Britanya tarihinin kokusu buram buram sinmiştir bu kovalamacaya. Asla geçmez. Dar kaldırımların geçip gittiği ara sokakların buluştuğu bir nokta vardır. Kıyının en kuzeyinde yer alan uçsuz deniziyle bağlanırlar ana yola. Kuzey Denizi. Brintanya'nın dört büyük ülkesinden ikincisi olan İskoçya'nın tarihi kaldırımlarının bitiş noktasıdır hep. Ufak adacıklarından esen dondurucu soğukluğuyla selamlar ziyaretçilerini. Yazın ortasında bile barındırdığı rüzgarlarıyla. Hiç değişmemiştir. Kıyının en sonunda bir sokak lambası vardır. Geniş gövdesiyle dikildiği tarihten beri orda durmaktadır. Yıkılmamıştır. Ara sokaklardan gelmişseniz sahile sağınızda kalır. Oysa bir denizci için daima solu gösterir. Gecenin karanlığında, buz gibi suların ortasında umutla ışığı arayan denizcilere yanar belkide. Hep sola çağırır onları. Oysa öyle aldatıcıdır ki. Yalancıdır. Durmadan batıya sürükler denizcileri. Atlas Okyanusu'na doğru giden denizcilerin umudu söner. Sonunda ilk adacığa demirleme vakti gelmiştir. Demirlerler. Adanın selamlayıcısı gibi dikilir megalitler karşılarına. Avrupa'nın her yerine saçılmış, Neolatik Dönem'in kanıtı gibidirler. İnce, uzun. Dikilirler karşılarına. Başta çekince yaratırlar. Korkuturlar. Sonradan alışan insan ilerlemeye başlar aralarındaki patikadan. Eğer patikanın sonuna dek sabradebilirse ufak bir kasaba çıkacaktır karşılarına. Her yazın sonunda olduğu gibi ışıkları hava kararmadan yanmaya başlamış küçük kasabanın. En köşede duran büyük ev sessiz. Kimsesiz. Oysa kısa bir süre sonra bir hareketlenme duyulur evde. Kapısı açılır. Karanlıklar içince uzun bir kadın sulüeti belirir. Kadın saçlarını savurur rüzgara karşı. Yeşil gözlerini kırpıtşrır. İnce topuklarıyla herkesin gelip geçtiği hiç değişmeyen yola sapar. Yürür. Acelesi var gibidir, oysa yüzünde sakin bir ifade yürür. Adanın güneyine doğru gider denizciler gibi. Oysa onlardan öylesine uzak bir duruşu vardır ki İskoçya'nın sahibesi gibi. Her adımında topuğunun çıkardığı ses korkusuz, özgürdür. Her dönemeçte hiçbir çekincesi olmadan ilerler. Korkmaz ara sokaklardan. Yalnızca yürür. Sonunda adanın diğer ucuyla buluşur ara sokaklar. Büyük sahilin sunduğu derin koya demirlemiş gemilerle, hız motorlarıyla bekler gelenleri. Burada da vardır aynı sokak lambası. Son gemiyi kaçırmış yolcuların dayandığı lamba. Son solukların alındığı, korkuç cinayetlerin tanığı bu eski lamba. Belki son bir elveda için buluşma yeri aşıklara. Ne geldi geçti bilinmez, bilinemez bu lambada. Geceyi selamlayarak kaybolan güneşin ardından bir ışık dairesi yaratır ziyaretçilerine. Aydınlığın yakın olduğunu, ısıttığını hatırlatır. Oysa o da yalancıdır, tıpkı diğeri gibi. Dairenin dışına adım atmaya görün hemen keser ışığını üzerinizden. Kızar size belki küser. O an gene hatırlarsınız karanlığı. Oysa karşıdan gelen kadın bakmaz bile aydınlığa. Hep karanlığa sahipmiş gibidir bakışları. Aceleci adımları. Evet, işte o adımlar bir saniye bile duraklamaz. Ama ileride bir yerde, gemiye adımını attığında son defa dönüp bakar hiç bakmadığı lambaya. Gözleri sabit bakar. Bu sefer kırılır gözleri, parçalanır ansızın. Geride bıraktığı bir tarihe bakıyormuş gibidir o an. Bütün korkusuz ifadesi silinmiştir yeşilliklerden. Bir kız çocuğu gibi korkuludur. Korkar. Titreyen bedenini gemiye atar ve uzaklaşır lambadan. Ona hiçbir zaman umut sunmamış olacaktır ki bu lamba inanmaz aydınlığına. Karanlık, soğuk denizlere kaçar.
Kaçtığı denizlerden hemen sonra İskoçya selamlar kadını. Gelişini şereflendirmek içinmidir bilinmez ansızın çalar çanların eskiden gelen sesleri. Tarihi hatırlatırcasına kıkırdar çanlar. Sessizliği deler. Denizin ortasından karaya ilk adımını atan kadına sunar sokaklarını. Tarihin bıraktığı arnavut kaldırımlarında ilerler kadın. İnce topukları kaldırım taşlarının tam ortasına basar. İlerler. Gene aynı sesi çıkartır topuklar. Kısa bir süre sonra bir asker merasiminde kulağa çalınan o çok düzenli ritmi tutturur ayakları. Çalan çanlarla bilirkte yankılanır ritim. Edinburg'un arnavut kaldırımlarında yankılanır. Kısa bir yürüyüş mesafesinin sonunda durur kadın. Arnavut kaldırımları bitmiştir çünkü. Yerini işlek arabaların doldurduğu caddeye bırakır. Süzülür sessizce geldiği karanlıklara. Dengesini sağlar, ilk adımını atar caddeye. Dengelidir. Hiçbir şüpheye mahal vermeksizin acelecidir bu safer adımlar. Korkusuz topuk seslerinin ardından sessizlik kalmıştır. Bir anda bozulur sessizlik çıkan içinci bir adım sesiyle. Durur kadın sokağın ortasında. Yüzünde her zaman ki - bilinmez öyle midir her zaman gülümsemesi - hüzünlü bakışlarıyla gülümser. Arkasında duyumsadığı sesle geri döner. Ansızın, hiç beklemeden gelmiştir bu ses. Hiç beklemeden. Geçmişini hatırlatmak istercesine yüzüne vurulmuştur kadının. Ondandır belkide hüzün çehresinde. İskoçya'nın her yanına saçılmış anılar vardır o çehrede. Çehresi karanlıktır kadının. Issız, yalnız, hüzünlü çehre. Dönmüştür ansızın gelen sese. Tek topuğu havada, kibarlığına sunulmuş gülümsemesiyle bakar sesin sahibine. Bakar yalnızca, konuşmaz. İlk tepkinin karşıdan gelmesini bekler. Anlar sesin sahibi. Konuşur.
"Dönmüşsün."
"Yaz sonu için. Adettir biliyorsun."
"Biliyorum, biliyorum. Geri dönecek misin?"
"Elbette."
"Yürüyelim mi?"
Cevapla hüzünlenmiştir ses sahibinin vücudu, tutuklaşmasından anlamıştır kadın bunu. Tutuklaşmıştır sesin sahibi. Adımları bu sefer yavaştır. Çift duyulan seslerin bıraktığı tatsız ritim yankılanır sokaklarda. Edinburg sessizleşmiştir karanlıkta. Oysa daha batmamıştır güneş. Bırakmamıştır yerini aya. Az kalmıştır belki ama, batmamıştır işte. Kadın karanlığı hisseder her adımında. Sokaklara saçılmış silik lekelerle süslü karanlığı. Köşeden biri dönecek gibi olur o an. Dönmez. Yanbancılaşmış iki beden ilerlemeye devam eder. Sesin sahibi erkek, mesafelidir kadına. Oysa bakışları içtendir, değişmemiştir. Kadının belleğine kazınmış yeşil bakışlar gidip gelmektedir sokak boyunca. Sonunda çekincesi geçer, direk bakar bakışlar. Direk kadına bakar. Yeşil gözler özlem doludur. Özlemiştir. Kadın özlemiş midir peki? Ansızın gelen adamı özlemiş midir bunca yıl sonra? Yoksa ansızın gelen bir adam olarak mı kalmıştır onun için artık? Geçmişi hatırlar kadın. Şu an karanlık basan sokakların eskiden aydınlık olduğunu hatırlar. Belki altından gelir geride bıraktığı arnavut kaldırımlar. Edinburg'un altından arnavut kaldırımlarıdır onlar. Şimdi paslanmıştır gözünde kadının. Bitmiştir, tükenmiştir. Kötü anılardan geriye hiçbir şey bırakmamıştır. Oysa, hala yanında değil midir abisi? Yürürler Edinburg sokaklarında, iki yabancı gibi. Konuşmazlar.
Sokaklar gerilemiştir şimdi. Edinburg'un arnavut kaldırımları serilmiştir yine. O paslanmış, yüzsüz kaldırımlar. Karanlık getirmişlerdir varlıklarıyla. Bir tepeye ulaşmıştır adamla kadın. Yürürler. Devam ederler yürümeye. Sessiz, yabancılaşmış. Köşede bir çiftlik belirmiştir. Öyle ansızın değildir bu sefer. Hebetli görüntüsüyle davet eder kardeşleri. Kadın donuk ilk adımını atar çiftliğe. Yüzü buruşur arnavut kaldırımlarına bıraktığı topuk sesiyle. Adam girer adından. Hemen arkasında, gözlerini kırpmadan bakar kardeşine. Kadın birkaç adım ilerler, durur. Neden durduğunu kendi de bilmez. Adam durur, elini korkaklığın yavaşlığında kadına götütür. Dokunamaz. Geri çeker elini bu sefer büyük bir hızla. Vazgeçmiştir yıllar önce bu bedenden, şimdi gene dokunamaz aynı bedene. Gözlerini yumar. Birkaç adım daha atar arnavut kaldırımlarında. Kadının bıraktığı çiçek kokusunu duyumsayarak yanından geçer. Hiçbir şey söylemez. Yürür gider. Peşinden yürür kadın. Başı önde, kolları göğsünde ilerler. Patikanın sonunda beliren yeşillikle ayrılır iki beden. Zaten kopuk olan iplerinden kurtulup uzaklaşırlar birbirlerinden. Oysa gözler, hep birlikte kalacak bakışların habercisidir. Kadın genç bir adamla konuşan adama yaklaşır. Yeşil gözler maviliklerle buluştuğunda selam verir. Zariftir. Bu sefer gülüşü tatlı, hüzünden uzaklaşmıştır. Doyasıya gülümser kadın. Genç adama döner gözleri birkaç saniye odaklanmasının ardından konuşur. "Mr.Blackwood ve genç..." Gözlerini kaçırır tanımadığı akrabasından. Kısa anın gelişiyle düşünür, keşke yapmasaydım der bakışları. Çünkü bulmuştur yeniden yabancılaşmış abisini. Gözler gözleri izler, bakışlar aynı. Değişmemişler. Bekler bir süre. Sessizlik sürer. Kadın genç admaın cevabıyla veya duyacağı an ufak bir konuşmayla kurtulmayı umar. Oysa kaçırmaz o ana dek bakışlarını.
*Bana ne oldu bilmiyorum ama yazasım geldi, oturdum yazdım. Üşenenler için son paragraf yeterlidir bence.
Kaçtığı denizlerden hemen sonra İskoçya selamlar kadını. Gelişini şereflendirmek içinmidir bilinmez ansızın çalar çanların eskiden gelen sesleri. Tarihi hatırlatırcasına kıkırdar çanlar. Sessizliği deler. Denizin ortasından karaya ilk adımını atan kadına sunar sokaklarını. Tarihin bıraktığı arnavut kaldırımlarında ilerler kadın. İnce topukları kaldırım taşlarının tam ortasına basar. İlerler. Gene aynı sesi çıkartır topuklar. Kısa bir süre sonra bir asker merasiminde kulağa çalınan o çok düzenli ritmi tutturur ayakları. Çalan çanlarla bilirkte yankılanır ritim. Edinburg'un arnavut kaldırımlarında yankılanır. Kısa bir yürüyüş mesafesinin sonunda durur kadın. Arnavut kaldırımları bitmiştir çünkü. Yerini işlek arabaların doldurduğu caddeye bırakır. Süzülür sessizce geldiği karanlıklara. Dengesini sağlar, ilk adımını atar caddeye. Dengelidir. Hiçbir şüpheye mahal vermeksizin acelecidir bu safer adımlar. Korkusuz topuk seslerinin ardından sessizlik kalmıştır. Bir anda bozulur sessizlik çıkan içinci bir adım sesiyle. Durur kadın sokağın ortasında. Yüzünde her zaman ki - bilinmez öyle midir her zaman gülümsemesi - hüzünlü bakışlarıyla gülümser. Arkasında duyumsadığı sesle geri döner. Ansızın, hiç beklemeden gelmiştir bu ses. Hiç beklemeden. Geçmişini hatırlatmak istercesine yüzüne vurulmuştur kadının. Ondandır belkide hüzün çehresinde. İskoçya'nın her yanına saçılmış anılar vardır o çehrede. Çehresi karanlıktır kadının. Issız, yalnız, hüzünlü çehre. Dönmüştür ansızın gelen sese. Tek topuğu havada, kibarlığına sunulmuş gülümsemesiyle bakar sesin sahibine. Bakar yalnızca, konuşmaz. İlk tepkinin karşıdan gelmesini bekler. Anlar sesin sahibi. Konuşur.
"Dönmüşsün."
"Yaz sonu için. Adettir biliyorsun."
"Biliyorum, biliyorum. Geri dönecek misin?"
"Elbette."
"Yürüyelim mi?"
Cevapla hüzünlenmiştir ses sahibinin vücudu, tutuklaşmasından anlamıştır kadın bunu. Tutuklaşmıştır sesin sahibi. Adımları bu sefer yavaştır. Çift duyulan seslerin bıraktığı tatsız ritim yankılanır sokaklarda. Edinburg sessizleşmiştir karanlıkta. Oysa daha batmamıştır güneş. Bırakmamıştır yerini aya. Az kalmıştır belki ama, batmamıştır işte. Kadın karanlığı hisseder her adımında. Sokaklara saçılmış silik lekelerle süslü karanlığı. Köşeden biri dönecek gibi olur o an. Dönmez. Yanbancılaşmış iki beden ilerlemeye devam eder. Sesin sahibi erkek, mesafelidir kadına. Oysa bakışları içtendir, değişmemiştir. Kadının belleğine kazınmış yeşil bakışlar gidip gelmektedir sokak boyunca. Sonunda çekincesi geçer, direk bakar bakışlar. Direk kadına bakar. Yeşil gözler özlem doludur. Özlemiştir. Kadın özlemiş midir peki? Ansızın gelen adamı özlemiş midir bunca yıl sonra? Yoksa ansızın gelen bir adam olarak mı kalmıştır onun için artık? Geçmişi hatırlar kadın. Şu an karanlık basan sokakların eskiden aydınlık olduğunu hatırlar. Belki altından gelir geride bıraktığı arnavut kaldırımlar. Edinburg'un altından arnavut kaldırımlarıdır onlar. Şimdi paslanmıştır gözünde kadının. Bitmiştir, tükenmiştir. Kötü anılardan geriye hiçbir şey bırakmamıştır. Oysa, hala yanında değil midir abisi? Yürürler Edinburg sokaklarında, iki yabancı gibi. Konuşmazlar.
Sokaklar gerilemiştir şimdi. Edinburg'un arnavut kaldırımları serilmiştir yine. O paslanmış, yüzsüz kaldırımlar. Karanlık getirmişlerdir varlıklarıyla. Bir tepeye ulaşmıştır adamla kadın. Yürürler. Devam ederler yürümeye. Sessiz, yabancılaşmış. Köşede bir çiftlik belirmiştir. Öyle ansızın değildir bu sefer. Hebetli görüntüsüyle davet eder kardeşleri. Kadın donuk ilk adımını atar çiftliğe. Yüzü buruşur arnavut kaldırımlarına bıraktığı topuk sesiyle. Adam girer adından. Hemen arkasında, gözlerini kırpmadan bakar kardeşine. Kadın birkaç adım ilerler, durur. Neden durduğunu kendi de bilmez. Adam durur, elini korkaklığın yavaşlığında kadına götütür. Dokunamaz. Geri çeker elini bu sefer büyük bir hızla. Vazgeçmiştir yıllar önce bu bedenden, şimdi gene dokunamaz aynı bedene. Gözlerini yumar. Birkaç adım daha atar arnavut kaldırımlarında. Kadının bıraktığı çiçek kokusunu duyumsayarak yanından geçer. Hiçbir şey söylemez. Yürür gider. Peşinden yürür kadın. Başı önde, kolları göğsünde ilerler. Patikanın sonunda beliren yeşillikle ayrılır iki beden. Zaten kopuk olan iplerinden kurtulup uzaklaşırlar birbirlerinden. Oysa gözler, hep birlikte kalacak bakışların habercisidir. Kadın genç bir adamla konuşan adama yaklaşır. Yeşil gözler maviliklerle buluştuğunda selam verir. Zariftir. Bu sefer gülüşü tatlı, hüzünden uzaklaşmıştır. Doyasıya gülümser kadın. Genç adama döner gözleri birkaç saniye odaklanmasının ardından konuşur. "Mr.Blackwood ve genç..." Gözlerini kaçırır tanımadığı akrabasından. Kısa anın gelişiyle düşünür, keşke yapmasaydım der bakışları. Çünkü bulmuştur yeniden yabancılaşmış abisini. Gözler gözleri izler, bakışlar aynı. Değişmemişler. Bekler bir süre. Sessizlik sürer. Kadın genç admaın cevabıyla veya duyacağı an ufak bir konuşmayla kurtulmayı umar. Oysa kaçırmaz o ana dek bakışlarını.
*Bana ne oldu bilmiyorum ama yazasım geldi, oturdum yazdım. Üşenenler için son paragraf yeterlidir bence.
- Nils WójcikDe Vries
- Mesaj Sayısı : 1142
Kayıt Tarihi : 13/04/12
Yaş : 34
Geri: Yaz sonu.
Cuma Mayıs 11, 2012 6:41 pm
Türünün örneğinden yeryüzünde sadece iki bin elli tane olan özel üretim 67 model Shelby Mustang'in gün ışığıyla harlanan gece mavisi cilası müthiş bir keyif veriyordu. Sinirliyken sürülmemesi gereken bir araç, tam Nils'e göre. Kızdırılması pek kolay olmayan, uğraşıldığı takdirde etkinin geri tepmesinin kaçınılmaz olduğu garip bir varlıktı o. Ortalama yarım yüzyıl önce alınan bu aracın ilk günkü gibi sağlam oluşu şaşırtıcı değildi. Babasının narin hallerine kıyasla pek zıt dururdu arabalara olan sevgisi; genelde antika saat tamir etmek ve eski kitapları ciltlemekle uğraşan bir adama çok aykırı düşüyordu bu işler. Onları on üç yıl evvel namertçe işlenmiş bir cinayete kurban verdikten sonra zaman genel tabiriyle anlamını çoktan yitirmişti. Anıların keskin hatları her ne kadar zamanla silinip gitse de, bıraktığı armağanın yakıcı tadı hala dudaklarındaki canlılığını korumaktaydı. Ufak bir konvoy halinde peşi sıra dizilmiş araçları takip ederken, çalınan kısa bir kornayla mahmur gözlerini kırpıştırıp çiftlik yoluna saptı. Yazın son günlerinde verilen davetlerin hep buruk bir tadı olurdu fakat dakikasında yeni bir tazelik verirdi. Bir devir kapanır, hiç tanımadığınız bir sürü insanla bunu anlamsızca kutlar sonra dünyanın bir başka ucundaki evinize dönerdiniz. Her ırktan bir başka canlı, kimisinin konuştuğu dili bile anlamaz, yaşlı bir kokonanın sizi bu yabancıya takdim edişini manasız gözlerle izlerdiniz. Keyif alıyormuş gibi görünmek esas kuraldı. Anlam veremediği bir diğer olay ise gelenekselliğe duyulan özlemdi. Özel bir organizasyon olmadığı sürece geleneksel olmanın hiç eğlenceli bir yanı yoktu. Polonya'nın koyu Katoliklerinin boy gösterme fırsatını yakaladıkları bir davete dönüşür, onların arasında dolanırken, sevilmeyen Yahudi kızı, üstelik özrü kabahatinden büyük bir şair olan kadının cinsiyetsiz evladı olmak en eğlenceli espiri konusu olurdu. Tabii ortaya sunulan sözler Nils'e ait olunca espirilerin dozu onlara fazla gelirdi ve hemen küserlerdi. Özellikle erkeklerini ve oğullarını savaştan kaçırıp, meraklı gözlerin hevesini söndürmek için çeşitli dedikodular üreten kadınların mücadelesi gerçekten fotoğraflanmalıydı. Neyseki ailesi, yakın akrabaları kendi kafasından insanlardı ve meşhur Kaçık Wójcik Ailesiyle kimse uğraşmaya cesaret edemezdi.
Konvoy yavaş yavaş taşıdığı insanların dağılmasıyla ıssızlaşırken, yeni teşrif etmiş diğer misafirleri de inceleme fırsatı buluyordunuz.
Yavru baykuşlar gibi başını yana yatırıp, bakışlarını da kendisine dikmiş olan Meredith ile burun buruna geldiğinde ufak bir çığlık atıp geriye kaçacaktı neredeyse. Henüz yirmili yaşlarını yarılamış olmasına karşın sapsarı kafaları olan ikizleriyle hiçbir davetten geri kalmıyordu. Büyükbabası tarafından ona emanet edildiğinden aklına esen her şeyi söylemekten çekinmiyordu, hoş, pek lafını esirgemezdi ama patroniçe edaları izinliydi bu sefer.
"Geleneksel dediler, geleneksel! Sanki tiyatroların soyunma odasından eline geçen ilk şeyi bulup üstüne geçirmişsin"
"Heey, saçmalama bu etek Gaultier'den."
"Etek mi? Seni salak- ne eteği?"
"Tam etek sayılmaz aslında. Böyle açınca kısa pantolon çıkıyor, ne hoş değil mi? Hem ceketim gayet geleneksel. Kep nasıl? Bana öyle bakma, en son takım elbise giydiğimde olanları biliyorsun. Marlene Dietrich espirisi kaldıramayan çok insan gördüm."
Nils, eteğin geniş yırtmacını çekince göstermeden açmış içindeki kısacık pantolonu gösteriyordu sivri bir sırıtmayla. Üstünde kırmızı askeri bir ceket ve siyah bir asker kepini yanlamasına oturtmuştu başına. Yakasındaki madalyalar ve sarı, bukleli saçları dağınık olsa da şık ve geniş bir balık sırtı modeliyle örülmüştü.
Meredith çok kızdı. Eteklerini toprağa bulanmasın diye iki eliyle kaldırmış, büyük adımlarla sinirli bir boğa misali Nils'in üzerine geliyordu. Son anda gösterişli arabalara merak duyan ufak oğullarını farkedince dikkati dağılmıştı. Hemen onlara döndü, Lehçe konuşmayı özellikle seçmişti;
"Malcolm! William! Hemen uzak durun o arabadan! Hey siz ikiniz, koşuşturup durmayın, burada kaybolursanız kimse sizi bulamaz. Ev sahibi bayanın ufak hizmetçileri olursunuz yoksa, hikayeyi biliyorsunuz."
Ufak William, Malcolm'a göre daha korkaktı, mavi gözleri kocaman kocaman açıldı. Erkek kardeşinin ceketini çekiştirerek uzaklaştırmaya çalışıyordu arabadan.
"Hişt! Malcolm duymadın mı? Yaşlı kadınların hizmetçisi olmak istemiyorum. Her gün bize banyo yaptırıp kulaklarımızın arkasını yıkayacak, sonra da papyon takmak zorunda kalacağız. Sonra büyüyünce bizi çirkin kızıyla evlendirecek! Sana diyorum... Kırmızı tırnaklı, konken oynayan ve paramı harcayan bir kızla evlenmek istemiyorum!"
Son cümle haylaz ikizde müthiş bir etki yaratmış olacaktı ki gürlemek üzere olan annelerinin arkasına usulca sokuldular. Nils ufaktan ufaktan ortamdan tüymeyi planlarken birisine daha çarptı. Ville Riska! Hah ne güzel bir rastlantıydı. Adamın o kadar korkunç bir ifadesi ve soğuk bakışları vardı ki, insan düşüp bayılabilirdi. Belki de deliliğin en somut kanıtıydı bu adam. Evinden aylarca çıkmadan oturabilirdi. Antikacı dükkanı şehirlerinde epey popülerdi ama ondan bir şey satın olmak imkansızdı. Çok değerli müşterileri bile kafası bozulduğu an dükkandan attığı oluyordu. Tüm bu bozukluğuna karşın o kadar güzel bir adamdı ki, insan hayran kalıyordu. Siyah silindir bir şapkanın altından dağılan sarı bukleli saçları omuzlarını buluyordu. Oldukça sade ve şık giysileri kusursuzdu. Mesafeli bakışlarını Meredith'e dikti, kızı gerçekten gereksiz ve ikinci sınıf buluyordu. Hele veletlere tahammülü olmayan bir adam için kabus gibiydiler. Nils adamın yanına geçerek safını belli etti. İşaret parmağını çocuklara salladı.
"Bakın veletler, koşuşturup gürültü çıkarmayın, yüksek sesle konuşmayın ve terli ufak parmaklarınızla hiçbir şeyin üstüne leke bırakmayın. Ayrıca dilinizi bilmeyen misafirlere ayıp şeyler söylemeyin. Bunun için benim yaşıma gelmeniz gerekiyor, tamam mı?"
Ville Riska'nın suratında beliren çok kısa mimik değişimi, Beatrica ve Ichabod'ın uzaktan seslenmesiyle yarıda kesilmişti. Artık kalabalığın içine girme vakitleri gelmişti demek, ne heyecan verici. Hayat kurtaran ufak ekipmanını ve üstünü başını kontrol ederek bahçenin iç kısmına ilerlediler. Sırayla ev sahibiyle görüşürlerken kıa bir tereddüt çökmüştü gözlerine. Davetler kimi zaman eğlenceliydi, daha yirmilerine ulaşmadan tanıştığı Julien isimli haydut sayesinde hevesi kursağında kalmıştı gerçi. İşte şimdi onun yine burada olma ihtimalinden korkuyordu. Bakışları davetliler arasında tanıdık simalar ararken kulağının dibinde başlayan konuşma tüm dikkatini çekti.
"Ah, işte ufak Nils de gelmiş. Bir bakayım sana, ne kadar büyümüşsün. Çokta güzelleşmişsin, şuna bir baksana Konstantin. Neredeyse seni on beş yıldır görmüyoruz. O zamandan belliydi bu kadar güzel olacağın. Bir de ayakkabılarına bayıldım!"
"Teşekkürler bayan Onegin, çok tatlısınız. Büyükbabam sık sık sizin güzelliğinizden bahseder büyükannemi kıskandırmak için. Hiçte abartmamış. Ayrıca çok hoş bir eviniz var, size bir kaç hediye getirdim. Umarım boş bir iki duvarınız vardır. Unutmadan, onlar da en geç yarim saate gelirler, ufak bir kaza atlattılar ama korkmayın mühim bir şey değil"
Yaşlı çiftin kibar karşılaması ve samimi buldukları kişilerin suratlarında bırakılan şu mıncıklama mühürünü de aldığına göre masaya geçebilirdi. Meredith ve veletlerinden uzak, Flavius'un ve Bay Riska'nın bayık muhabbetlerini duymayacağı, ayrıca Beatrice'ın fazla chanel no:5 kokan muhabbetini hissetmeyeceği sessiz bir köşeye geçecekti. Kalabalıktan uzak bir köşe hayalleri kurarken gözüne çarpan Marlon ve yanındaki ufaklıkla keyfi birden bire yerine geldi, ne büyük tesadüf. Fazla vakit kaybetmeden yanlarına gitti. Adamın başı kalabalık olduğu için fırsattan istifade karşısındaki koltuğa oturdu. İtiraf etmeliydi ki, sıradışı bir adamdı. Garip bir gizemi ve göz alıcılığı vardı. Yüzündeki değişmeyen ifadeye karşın gizlediği bir yerlerde tatlı bir adam olduğuna emindi. İnsanların boş bulundukları anları izlemekten keyif aldığından etraftaki kalabalıkla girişmek üzere olduğu sohbete kulak kabarttı.
Konvoy yavaş yavaş taşıdığı insanların dağılmasıyla ıssızlaşırken, yeni teşrif etmiş diğer misafirleri de inceleme fırsatı buluyordunuz.
Yavru baykuşlar gibi başını yana yatırıp, bakışlarını da kendisine dikmiş olan Meredith ile burun buruna geldiğinde ufak bir çığlık atıp geriye kaçacaktı neredeyse. Henüz yirmili yaşlarını yarılamış olmasına karşın sapsarı kafaları olan ikizleriyle hiçbir davetten geri kalmıyordu. Büyükbabası tarafından ona emanet edildiğinden aklına esen her şeyi söylemekten çekinmiyordu, hoş, pek lafını esirgemezdi ama patroniçe edaları izinliydi bu sefer.
"Geleneksel dediler, geleneksel! Sanki tiyatroların soyunma odasından eline geçen ilk şeyi bulup üstüne geçirmişsin"
"Heey, saçmalama bu etek Gaultier'den."
"Etek mi? Seni salak- ne eteği?"
"Tam etek sayılmaz aslında. Böyle açınca kısa pantolon çıkıyor, ne hoş değil mi? Hem ceketim gayet geleneksel. Kep nasıl? Bana öyle bakma, en son takım elbise giydiğimde olanları biliyorsun. Marlene Dietrich espirisi kaldıramayan çok insan gördüm."
Nils, eteğin geniş yırtmacını çekince göstermeden açmış içindeki kısacık pantolonu gösteriyordu sivri bir sırıtmayla. Üstünde kırmızı askeri bir ceket ve siyah bir asker kepini yanlamasına oturtmuştu başına. Yakasındaki madalyalar ve sarı, bukleli saçları dağınık olsa da şık ve geniş bir balık sırtı modeliyle örülmüştü.
Meredith çok kızdı. Eteklerini toprağa bulanmasın diye iki eliyle kaldırmış, büyük adımlarla sinirli bir boğa misali Nils'in üzerine geliyordu. Son anda gösterişli arabalara merak duyan ufak oğullarını farkedince dikkati dağılmıştı. Hemen onlara döndü, Lehçe konuşmayı özellikle seçmişti;
"Malcolm! William! Hemen uzak durun o arabadan! Hey siz ikiniz, koşuşturup durmayın, burada kaybolursanız kimse sizi bulamaz. Ev sahibi bayanın ufak hizmetçileri olursunuz yoksa, hikayeyi biliyorsunuz."
Ufak William, Malcolm'a göre daha korkaktı, mavi gözleri kocaman kocaman açıldı. Erkek kardeşinin ceketini çekiştirerek uzaklaştırmaya çalışıyordu arabadan.
"Hişt! Malcolm duymadın mı? Yaşlı kadınların hizmetçisi olmak istemiyorum. Her gün bize banyo yaptırıp kulaklarımızın arkasını yıkayacak, sonra da papyon takmak zorunda kalacağız. Sonra büyüyünce bizi çirkin kızıyla evlendirecek! Sana diyorum... Kırmızı tırnaklı, konken oynayan ve paramı harcayan bir kızla evlenmek istemiyorum!"
Son cümle haylaz ikizde müthiş bir etki yaratmış olacaktı ki gürlemek üzere olan annelerinin arkasına usulca sokuldular. Nils ufaktan ufaktan ortamdan tüymeyi planlarken birisine daha çarptı. Ville Riska! Hah ne güzel bir rastlantıydı. Adamın o kadar korkunç bir ifadesi ve soğuk bakışları vardı ki, insan düşüp bayılabilirdi. Belki de deliliğin en somut kanıtıydı bu adam. Evinden aylarca çıkmadan oturabilirdi. Antikacı dükkanı şehirlerinde epey popülerdi ama ondan bir şey satın olmak imkansızdı. Çok değerli müşterileri bile kafası bozulduğu an dükkandan attığı oluyordu. Tüm bu bozukluğuna karşın o kadar güzel bir adamdı ki, insan hayran kalıyordu. Siyah silindir bir şapkanın altından dağılan sarı bukleli saçları omuzlarını buluyordu. Oldukça sade ve şık giysileri kusursuzdu. Mesafeli bakışlarını Meredith'e dikti, kızı gerçekten gereksiz ve ikinci sınıf buluyordu. Hele veletlere tahammülü olmayan bir adam için kabus gibiydiler. Nils adamın yanına geçerek safını belli etti. İşaret parmağını çocuklara salladı.
"Bakın veletler, koşuşturup gürültü çıkarmayın, yüksek sesle konuşmayın ve terli ufak parmaklarınızla hiçbir şeyin üstüne leke bırakmayın. Ayrıca dilinizi bilmeyen misafirlere ayıp şeyler söylemeyin. Bunun için benim yaşıma gelmeniz gerekiyor, tamam mı?"
Ville Riska'nın suratında beliren çok kısa mimik değişimi, Beatrica ve Ichabod'ın uzaktan seslenmesiyle yarıda kesilmişti. Artık kalabalığın içine girme vakitleri gelmişti demek, ne heyecan verici. Hayat kurtaran ufak ekipmanını ve üstünü başını kontrol ederek bahçenin iç kısmına ilerlediler. Sırayla ev sahibiyle görüşürlerken kıa bir tereddüt çökmüştü gözlerine. Davetler kimi zaman eğlenceliydi, daha yirmilerine ulaşmadan tanıştığı Julien isimli haydut sayesinde hevesi kursağında kalmıştı gerçi. İşte şimdi onun yine burada olma ihtimalinden korkuyordu. Bakışları davetliler arasında tanıdık simalar ararken kulağının dibinde başlayan konuşma tüm dikkatini çekti.
"Ah, işte ufak Nils de gelmiş. Bir bakayım sana, ne kadar büyümüşsün. Çokta güzelleşmişsin, şuna bir baksana Konstantin. Neredeyse seni on beş yıldır görmüyoruz. O zamandan belliydi bu kadar güzel olacağın. Bir de ayakkabılarına bayıldım!"
"Teşekkürler bayan Onegin, çok tatlısınız. Büyükbabam sık sık sizin güzelliğinizden bahseder büyükannemi kıskandırmak için. Hiçte abartmamış. Ayrıca çok hoş bir eviniz var, size bir kaç hediye getirdim. Umarım boş bir iki duvarınız vardır. Unutmadan, onlar da en geç yarim saate gelirler, ufak bir kaza atlattılar ama korkmayın mühim bir şey değil"
Yaşlı çiftin kibar karşılaması ve samimi buldukları kişilerin suratlarında bırakılan şu mıncıklama mühürünü de aldığına göre masaya geçebilirdi. Meredith ve veletlerinden uzak, Flavius'un ve Bay Riska'nın bayık muhabbetlerini duymayacağı, ayrıca Beatrice'ın fazla chanel no:5 kokan muhabbetini hissetmeyeceği sessiz bir köşeye geçecekti. Kalabalıktan uzak bir köşe hayalleri kurarken gözüne çarpan Marlon ve yanındaki ufaklıkla keyfi birden bire yerine geldi, ne büyük tesadüf. Fazla vakit kaybetmeden yanlarına gitti. Adamın başı kalabalık olduğu için fırsattan istifade karşısındaki koltuğa oturdu. İtiraf etmeliydi ki, sıradışı bir adamdı. Garip bir gizemi ve göz alıcılığı vardı. Yüzündeki değişmeyen ifadeye karşın gizlediği bir yerlerde tatlı bir adam olduğuna emindi. İnsanların boş bulundukları anları izlemekten keyif aldığından etraftaki kalabalıkla girişmek üzere olduğu sohbete kulak kabarttı.
- Bennett BancroftDe Vries
- Mesaj Sayısı : 106
Kayıt Tarihi : 13/04/12
Geri: Yaz sonu.
Cuma Mayıs 11, 2012 8:37 pm
- Bu sıcak aile ortamının arasından pike yaparak iki kuzgun insanların dikkatini çekmeden yok oldu, ayaklarındaki kağıtları ulaştıracakları kişilere doğru yöneldi. Bennett, aile içinde bilinen ismiyle Konrad, içinde bulunduğu ailenin iki üyesine şunları yazmıştı.
Konrad Marlon'a demiş ki:Sevgili Marlon,
Güzel bir yaz günü aranızda olamamanın hüznünü yaşıyorum. Keşke orada bulunup sizlerle sohbet etme fırsatını yakalayabilseydim. Zira bu tarz aile toplantılarında en soğuk insan bile konuşurken bir sıcaklık yayar, gerçek bir samimiyet. Bu beni her zaman mutlu etmiştir. Fakat önümüzdeki etkinlikte mutlaka orada olmaya çalışacağım. Gençlik dönemlerimizde yaşadığımız zıtlıklardan dolayı bu söylediklerim samimiyetsizce gelebilir, zaten mektup yazmayı da hiç bir zaman da öğrenememişimdir. Ama benim için yaşlı Konstantin'e bir merhaba et, Katyusha'ya da soğuk bir öpücük ver, beni hiç sevmezdi zaten.
Ayrıca, bugüne kadar bu konuda hiç konuşmadım ve bundan bahsetmeme de oldukça kızacaksındır fakat sana bir şey söylemek istiyorum. Katillere dair bir iz buldum.
Karının katillerine.Sevgilerle,
Konrad
Konrad Nils'e demiş ki:Sevgili Nils,
Senin de bir kısmını bildiğin işlerimden dolayı orada değilim, fakat en azından bir De Vries üyesinin orada olması güzel, değil mi? Her neyse, senden herkese benim oraya gelmeyişime dair bir yalan söylemeni istiyorum her zamanki gibi-tabi soran olursa-. Her neyse, sana iyi eğlenceler. Özel bir grup Whiterun'da ayin tarzı bir şey düzenleyecek, onun hazırlıklarını yapıyorum da.Sevgilerle,
Konrad
- Marlon BlackwoodKonsey Üyesi, Leondier Temsilcisi
- Mesaj Sayısı : 222
Kayıt Tarihi : 15/04/12
Geri: Yaz sonu.
Ptsi Mayıs 14, 2012 12:42 am
Akşam çöküyordu. Hava hala hatırı sayılır derecede aydınlıktı; ancak batı ufkunda alçalan güneş korunun arkasından son selamlarını göndermekteydi. Ortalık sarı ve turuncu bir rüya alemine bulanmıştı sanki. Bir zamanlar bir şşarkıda duyduğu 'altın tarlaları' her yerdeydi şimdi. Yaz akşamüstlerine özgü o ferah esinti çalıları ve çimenleri yalayıp insanın yüzüne bir ferahlık üflüyordu. Öyle ki rahatlıkla güz yerine bahara girdiğinizi sanabilirdiniz. Bunda İskoçya'nın nemli ve serin ikliminin de bir parça etkisi vardı tabi.
Bahçe yavaş yavaş dolmaya başlamıştı şimdi. Mülke giden toprak yolu yürüyerek yirmi dakika kaybetmiş olmasına rağmen ilk gelenlerden biriydi Marlon. Oysa şimdi ufaklıklar etrafta koşuşturuyor, anneleri arkalarından endişeli bakışlar ve uyarılar fırlatıyor, yaşlılar omuzlarında hırka ve şallarla uyku ritminde sohbetler ediyorlardı. Garsonun kendisine getirdiği skoçtan bir yudum alarak etrafı süzmeye devam etti. Uzak kuzenlerden biri ve kocası, yaklaşık on senedir tanıdığı o malum yüz ifadesiyle belli ki sempati göstermek üzere yaklaşıyorlardı.
“Ivan! Canım, nasılsın?” Kadının ellilerden kalma mükemmeliyetçi, ama bir o kadar da samimiyetsiz bir görünüşü vardı. Ses tonu daime Marlon'un kulağını tırmalamıştı ve açıkçası şimdi bu sesi hiç özlemediğini hatırladı. Kadının kollarını açarak kendisine hızla yaklaşması üzerine içkisinden küçük bir yudum daha aldı. Boynuna dolanan kollardan huzursuz oldu. Hala tenine bir başka kadının teninin temas etmesinden irkiliyor, rahatsız oluyordu.
“Teşekkürler, Martha. Sen ve Rufus nasılsınız?”
“Fena de-” Adamın sözü karısı tarafından kesilivermişti. Alkol problemi aile içinde gayet bilinen bir durum olan adama hak vermeden edemiyordu Marlon; zira Martha'nın samimiyetsizliği iğrendirici seviyedeydi.
“Bizi boş ver şimdi. Sen iyisindir umarım. Hani, şey, güz geliyor ya! Kasım falan.”
Aaah, evet. Bu sohbetin buraya varacağını tahmin etmeliydi aslında.
“İlgin için müteşekkirim Martha. Mükemmelim, aslına bakarsan.”
“Ama-”
Bu kez kadının sözü kesilmişti. Garsonlara saldırgan tavırlar ve Rusça bağırışlarla müdahale eden evin kahyası Grigori özür dileyerek aralarından geçmişti. İçinden yaşlı huysuz adama teşekkür eden Marlon, fırsatı kaçırmadı ve hemen Martha ve alkolik Rufus'tan uzaklaşmaya başladı. Beş saniyeye kalmadan Martha uğraşmak zorunda olduğu yeni akrabalarla çevrilmişti. Rufus ise.. Hiçbir şey Rufus'un umrunda değildi esasen.
Bahçenin her tarafına dikilen meşelaler ve elektrikli aydınlatma cihazları sayesinde ortalık biraz daha aydınlanmıştı şimdi. Ne de olsa yaz gündönümünün üzerinden neredeyse üç ay geçmişti, günler artık kısa sürede geceye kavuşuyordu. Doğu ufkundan bahçeye dolmaya başlayan karanlık neyse ki belirli bir sınıra kadar gelebiliyordu. Üstelik ailenin bir araya geldiğindeki neşesi ve birikmiş dedikodularını paylaşması ortalığı olduğundan daha sıcak ve aydınlık yapıyordu. Bunda Konstantin ve Katyusha'nın büyücü oğlu Misha'nın da payı olduğunu düşünerek bahçeyi ufak adımlarla arşınlamaya devam etti. Diliyordu ki yemekten sonra herkes kaliteli şarapla uyuşmuş ve hatta sarhoş olmuşken sıyrılıp gölete inebilirdi. Kimbilir, belki bir şişe şarabı kendisi için aşırabilirdi hatta. Göletin üzerine düşen yıldız manzarası nefes kesici olurdu. Küçüklüğünden beri en çok sevdiği yerdi orası. Koca arazinin her bir karışını dolaşmış, keşfetmiş; yine de ufak kayalar ve tahta desteklerden oluşan sandal iskelesinden daha keyifli bir yer bulamamıştı kendisi için.
Kulağına aniden bir Rus melodisi doldu. Belliki şakayı çok seven Vladimir, yaşlı Katyusha'yı biraz sinirlendirmek ve yemek öncesi dansta kendisini alıkoymak üzere şu meşhur Katyusha şarkısını plağa koymuştu. Tam olarak yerini tespit edemediği bir yerden Katyusha Onegin'in itiraz eden sesini duydu, daha sonra ise alkışlar ve ıslıkalrıyla tempo tutan kalabalığı. Yine bir klasik olarak Katyusha dansa yenilmiş olmalıydı. Gülümsemeden edemedi. Yaşlı kadın pek severdi aslında böyle şeyleri. Ne hissettiğini belli etmezdi ekseriyetle. Gerçi bir konu hariç. Katyusha özellikle evi söz konusu olduğunda titiz bir Sibirya kaplanı kesilirdi. Herkes gibi misafir ağırlamayı çok severdi, bu durum ailenin kanına işlemişti adeta. Ancak yatılı misafir, özellikle de çocuklu olanlara müsamaha göstermezdi. Kendini yatıya kalabilecek kadar sevilen bir yeğen, torun ya da her neyse ondan olduğundan şanslı sayıyordu Marlon. Çok kimse bilmezdi her yaz sonu partisinden sonra bu konakta kaldığını, verandada sabahladığını, ancak gün ağarmaya başlayınca odasına çekilip antredeki guguklu saat dokuzu vurmadan tekrar uyandığını.
Tanrı Çar'ı Korusun'u mırıldanan çok sevdiği akrabalarından Ekaterina'yla konuşmak üzere hareketlenmişti ki duyduğu bir başka tanıdık ve kulağa hoş gelen sesle olduğu yerde kaldı.
“Bay Blackwood, sizi gördüğüme sevindim.” Açıkçası delikanlıyı ne kadar süredir görmediğine emin değildi; ancak şüphesiz uzun zaman geçmiş olmalıydı. Aidan Wandhunt serpilmiş, genç bir adam olmuştu. Uzattığı eli şevkle tuttu ve bu akşam ilk defa içten gülümsedi. İçinden bir ses onun da aynı durumda olduğunu söylüyordu.
“Adian! Ben de öyle! Aziz Petrus aşkına, ne kadar da...” Büyümüşsün demek üzereyken kendini durdurdu. Hatırlardı da delikanlının yaşlarındayken de aynı sözcükle karşılaşmakatan feci iğrenirdi.
“Çekici bir genç efendi olmuşsun öyle!” Çok da parlak bir iltifat sayılmazdı ama kurtarabildiğini düşünüyordu en azından.
“Annenle baban nerede? Göremedim onları.” dedi bir yandan da gözleriyle kalabalığı tararken. Wandhuntlarla olan akrabalığı diğer herkesle olduğundan çok daha karışıktı. Öyle ki kimin hangi bağla akraba olduğunu adı gibi bilen Yuri Amca bile açıklayamıyordu bunu. Bir yandan da baba Wandhunt'ı görmediğine sevinmişti Marlon. Aidan gerçekten de parlak bir gençti; lakin babası için aynı şeyleri söylemiyordu ne yazık ki. Yine de bunlardan konuşarak tadını kaçıracak değildi elbette.
Çocukla arasında yıllardan beri süregelen ilginç bir bağ mevzubahisti. Nastasya'yla nişanlı olduğu zamnalarda, Aidan küçücük bir bebekken bile sık sık onu görmeye gelir, beraber onun gibi bir çocuğa sahip olacakları günün hayalini kurarlardı. Hatta Aidan'ın çocukluğunun büyük bir kısmının Marlon ve Nastasya ile geçtiğini söylemek bile mümkündü. Çocuğun Marlon'u kendi babası yerine koyduğunu hissedebiliyordu adam. Başlarda bunun farkında değildi. Lakin Nastasya'nın vefatının ardından ayrımına vardığı bu durumdan içten içe hoşnut olmaya bile başlamıştı. Aidan'ı Gabriel'in yerine koyduğunun farkında olsa da, sırf bu sebepten babasıyla bir tartışma yaşmış olsa da kendisini engellemek için bir şey yapmıyordu.
Tam bulunduğu kabarık koltuklara iyice lışıyordu ki nbbu sefer melodik bir kadın sesiyle bölündü konuşması.
“Mr Blackwood ve genç...”
“Mr Aidan Wandhunt.” diye tamamladı Marlon, kadının mahçubiyetini örtmek için. Kadının gözleri kalabalığın içinde birine yönelmişti. Ancak onlara direkt olarak bakan bir yüz gördüğünde anladı kim olduğunu ve hanımı bu ızdıraptan kurtarmak için konuşmaya başladı.
“Tam olarak tanışmıyorsunuz sanırım. Mr Wandhunt benim vaftiz oğlum olur.” Bu konu da bir hayli çetrefilliydi aslında. Babası bir zamanlar karşı çıkmasına rağmen aile büyükleri öyle uygun gördüğü için Marlon vaftiz babası olmayı kabul etmişti. Bu tarz konularda süregelen bir gelenek vardı, böyle kararları büyükler verirdi ve kimse karşı çıkmaya cüret dahi edemezdi. Daha sonra genç adama dönerek kadını takdim etti.
“Miss Rhithynwel.” Biraz da alkolün etkisiyle bulanan zihni ona engel oluyordu. Bir an evvel yemek servisi başlamassa daha ilk kadehte sarhoş olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. “Açıkçası tam olarak nasıl akraba olduğumuzu çıkaramıyorum, kusura bakmayın. Belki de Yuri Amcayı rahatsız etmeliyiz Hoş, gerçi bütün gece bu konuda başını ütüleyenler olacaktır zaten.”
Bir an sonra fark etti ki tam karşısındaki koltukta Nils, gülümseyerek oturmaktaydı. Ne zamandır orada olduğuna dair bir fikri yoktu. Yine de geldiğine memnun olmuştu tabii ki. Konuşabileceği aklıbaşında birkaç kişiden biriydi. Zira diğerleri Marlon'u ziyadesiyle soğuk ve yabani bulurdu. İkide bir akrabalar tarafından rahatsız edilmemekten şikayetçi değildi Marlon, dolayısıyla bu imajı bozmuyordu. Yılda bir kez gelen 'derin üzüntü ve taziye' mektupları bile fazlaydı hatta onun için. Hala ne kadar genç gösterdiğine inanamadığı Nils'in dikkat çekici kıyafetine -bunu aslında oldukça sevimli bulurdu- tebessüm ederken hemen yanına konan kuzgunla dikkati bölündü. Her kim gönderdiyse Katyusha'ya görünmese iyi ederdi, zira partinin birçok batıl inanç sahibi davetliler tarafından bir kuzgun avına çevrilmesi en son istenilen şeydi. Kuşun bacağındaki katlanmış mektubu almasıyla birlikte kuş uzaklaştı.
Kağıttaki el yazısını tanımasıyla neşesi dağıldı Marlon'un. Konrad. Aidan ve diğerleriyle haftalar sonra yakalayabildiği bir gram keyif de uçuvermişti böylece. Sabırsız ve kaba hareketlerle katlanmış kağıdı açıp hızlıca okudu.
“Ayrıca, bugüne kadar bu konuda hiç konuşmadım ve bundan bahsetmeme de oldukça kızacaksındır fakat sana bir şey söylemek istiyorum. Katillere dair bir iz buldum.
Karının katillerine.”
Yüzünden kanın çekildiğini, soğuk bir hissin uzuvlarına dolduğunu hissedebiliyordu. Ne diye bunca zaman sonra, üstelik böyle bir partide mızıkçılık yapmaya kalkışmıştı ki? Sanki Nastasya'nın acısını Marlon'dan çıkarmak ister gibiydi. Yıllardır onu koruyamadığını ima edip durmuştu zaten, böyle garip mektuplar göndermenin alemi de neydi şimdi? Konrad her zamanki gibi bir huzursuzluk kaynağı olmayı başarmıştı.
“İzninizle” diyip gruptan ayrıldı. Bu kez verandada sabahlamayacak, gölet kenarında keyif yapmayacaktı. Hemen şimdi odasına çekilmek niyetindeydi ki eve çok yaklaşmışken Katyusha tarafından alıkonulup ziyafet sofrasında bir sandalyeye oturtuldu.
Bahçe yavaş yavaş dolmaya başlamıştı şimdi. Mülke giden toprak yolu yürüyerek yirmi dakika kaybetmiş olmasına rağmen ilk gelenlerden biriydi Marlon. Oysa şimdi ufaklıklar etrafta koşuşturuyor, anneleri arkalarından endişeli bakışlar ve uyarılar fırlatıyor, yaşlılar omuzlarında hırka ve şallarla uyku ritminde sohbetler ediyorlardı. Garsonun kendisine getirdiği skoçtan bir yudum alarak etrafı süzmeye devam etti. Uzak kuzenlerden biri ve kocası, yaklaşık on senedir tanıdığı o malum yüz ifadesiyle belli ki sempati göstermek üzere yaklaşıyorlardı.
“Ivan! Canım, nasılsın?” Kadının ellilerden kalma mükemmeliyetçi, ama bir o kadar da samimiyetsiz bir görünüşü vardı. Ses tonu daime Marlon'un kulağını tırmalamıştı ve açıkçası şimdi bu sesi hiç özlemediğini hatırladı. Kadının kollarını açarak kendisine hızla yaklaşması üzerine içkisinden küçük bir yudum daha aldı. Boynuna dolanan kollardan huzursuz oldu. Hala tenine bir başka kadının teninin temas etmesinden irkiliyor, rahatsız oluyordu.
“Teşekkürler, Martha. Sen ve Rufus nasılsınız?”
“Fena de-” Adamın sözü karısı tarafından kesilivermişti. Alkol problemi aile içinde gayet bilinen bir durum olan adama hak vermeden edemiyordu Marlon; zira Martha'nın samimiyetsizliği iğrendirici seviyedeydi.
“Bizi boş ver şimdi. Sen iyisindir umarım. Hani, şey, güz geliyor ya! Kasım falan.”
Aaah, evet. Bu sohbetin buraya varacağını tahmin etmeliydi aslında.
“İlgin için müteşekkirim Martha. Mükemmelim, aslına bakarsan.”
“Ama-”
Bu kez kadının sözü kesilmişti. Garsonlara saldırgan tavırlar ve Rusça bağırışlarla müdahale eden evin kahyası Grigori özür dileyerek aralarından geçmişti. İçinden yaşlı huysuz adama teşekkür eden Marlon, fırsatı kaçırmadı ve hemen Martha ve alkolik Rufus'tan uzaklaşmaya başladı. Beş saniyeye kalmadan Martha uğraşmak zorunda olduğu yeni akrabalarla çevrilmişti. Rufus ise.. Hiçbir şey Rufus'un umrunda değildi esasen.
Bahçenin her tarafına dikilen meşelaler ve elektrikli aydınlatma cihazları sayesinde ortalık biraz daha aydınlanmıştı şimdi. Ne de olsa yaz gündönümünün üzerinden neredeyse üç ay geçmişti, günler artık kısa sürede geceye kavuşuyordu. Doğu ufkundan bahçeye dolmaya başlayan karanlık neyse ki belirli bir sınıra kadar gelebiliyordu. Üstelik ailenin bir araya geldiğindeki neşesi ve birikmiş dedikodularını paylaşması ortalığı olduğundan daha sıcak ve aydınlık yapıyordu. Bunda Konstantin ve Katyusha'nın büyücü oğlu Misha'nın da payı olduğunu düşünerek bahçeyi ufak adımlarla arşınlamaya devam etti. Diliyordu ki yemekten sonra herkes kaliteli şarapla uyuşmuş ve hatta sarhoş olmuşken sıyrılıp gölete inebilirdi. Kimbilir, belki bir şişe şarabı kendisi için aşırabilirdi hatta. Göletin üzerine düşen yıldız manzarası nefes kesici olurdu. Küçüklüğünden beri en çok sevdiği yerdi orası. Koca arazinin her bir karışını dolaşmış, keşfetmiş; yine de ufak kayalar ve tahta desteklerden oluşan sandal iskelesinden daha keyifli bir yer bulamamıştı kendisi için.
Kulağına aniden bir Rus melodisi doldu. Belliki şakayı çok seven Vladimir, yaşlı Katyusha'yı biraz sinirlendirmek ve yemek öncesi dansta kendisini alıkoymak üzere şu meşhur Katyusha şarkısını plağa koymuştu. Tam olarak yerini tespit edemediği bir yerden Katyusha Onegin'in itiraz eden sesini duydu, daha sonra ise alkışlar ve ıslıkalrıyla tempo tutan kalabalığı. Yine bir klasik olarak Katyusha dansa yenilmiş olmalıydı. Gülümsemeden edemedi. Yaşlı kadın pek severdi aslında böyle şeyleri. Ne hissettiğini belli etmezdi ekseriyetle. Gerçi bir konu hariç. Katyusha özellikle evi söz konusu olduğunda titiz bir Sibirya kaplanı kesilirdi. Herkes gibi misafir ağırlamayı çok severdi, bu durum ailenin kanına işlemişti adeta. Ancak yatılı misafir, özellikle de çocuklu olanlara müsamaha göstermezdi. Kendini yatıya kalabilecek kadar sevilen bir yeğen, torun ya da her neyse ondan olduğundan şanslı sayıyordu Marlon. Çok kimse bilmezdi her yaz sonu partisinden sonra bu konakta kaldığını, verandada sabahladığını, ancak gün ağarmaya başlayınca odasına çekilip antredeki guguklu saat dokuzu vurmadan tekrar uyandığını.
Tanrı Çar'ı Korusun'u mırıldanan çok sevdiği akrabalarından Ekaterina'yla konuşmak üzere hareketlenmişti ki duyduğu bir başka tanıdık ve kulağa hoş gelen sesle olduğu yerde kaldı.
“Bay Blackwood, sizi gördüğüme sevindim.” Açıkçası delikanlıyı ne kadar süredir görmediğine emin değildi; ancak şüphesiz uzun zaman geçmiş olmalıydı. Aidan Wandhunt serpilmiş, genç bir adam olmuştu. Uzattığı eli şevkle tuttu ve bu akşam ilk defa içten gülümsedi. İçinden bir ses onun da aynı durumda olduğunu söylüyordu.
“Adian! Ben de öyle! Aziz Petrus aşkına, ne kadar da...” Büyümüşsün demek üzereyken kendini durdurdu. Hatırlardı da delikanlının yaşlarındayken de aynı sözcükle karşılaşmakatan feci iğrenirdi.
“Çekici bir genç efendi olmuşsun öyle!” Çok da parlak bir iltifat sayılmazdı ama kurtarabildiğini düşünüyordu en azından.
“Annenle baban nerede? Göremedim onları.” dedi bir yandan da gözleriyle kalabalığı tararken. Wandhuntlarla olan akrabalığı diğer herkesle olduğundan çok daha karışıktı. Öyle ki kimin hangi bağla akraba olduğunu adı gibi bilen Yuri Amca bile açıklayamıyordu bunu. Bir yandan da baba Wandhunt'ı görmediğine sevinmişti Marlon. Aidan gerçekten de parlak bir gençti; lakin babası için aynı şeyleri söylemiyordu ne yazık ki. Yine de bunlardan konuşarak tadını kaçıracak değildi elbette.
Çocukla arasında yıllardan beri süregelen ilginç bir bağ mevzubahisti. Nastasya'yla nişanlı olduğu zamnalarda, Aidan küçücük bir bebekken bile sık sık onu görmeye gelir, beraber onun gibi bir çocuğa sahip olacakları günün hayalini kurarlardı. Hatta Aidan'ın çocukluğunun büyük bir kısmının Marlon ve Nastasya ile geçtiğini söylemek bile mümkündü. Çocuğun Marlon'u kendi babası yerine koyduğunu hissedebiliyordu adam. Başlarda bunun farkında değildi. Lakin Nastasya'nın vefatının ardından ayrımına vardığı bu durumdan içten içe hoşnut olmaya bile başlamıştı. Aidan'ı Gabriel'in yerine koyduğunun farkında olsa da, sırf bu sebepten babasıyla bir tartışma yaşmış olsa da kendisini engellemek için bir şey yapmıyordu.
Tam bulunduğu kabarık koltuklara iyice lışıyordu ki nbbu sefer melodik bir kadın sesiyle bölündü konuşması.
“Mr Blackwood ve genç...”
“Mr Aidan Wandhunt.” diye tamamladı Marlon, kadının mahçubiyetini örtmek için. Kadının gözleri kalabalığın içinde birine yönelmişti. Ancak onlara direkt olarak bakan bir yüz gördüğünde anladı kim olduğunu ve hanımı bu ızdıraptan kurtarmak için konuşmaya başladı.
“Tam olarak tanışmıyorsunuz sanırım. Mr Wandhunt benim vaftiz oğlum olur.” Bu konu da bir hayli çetrefilliydi aslında. Babası bir zamanlar karşı çıkmasına rağmen aile büyükleri öyle uygun gördüğü için Marlon vaftiz babası olmayı kabul etmişti. Bu tarz konularda süregelen bir gelenek vardı, böyle kararları büyükler verirdi ve kimse karşı çıkmaya cüret dahi edemezdi. Daha sonra genç adama dönerek kadını takdim etti.
“Miss Rhithynwel.” Biraz da alkolün etkisiyle bulanan zihni ona engel oluyordu. Bir an evvel yemek servisi başlamassa daha ilk kadehte sarhoş olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. “Açıkçası tam olarak nasıl akraba olduğumuzu çıkaramıyorum, kusura bakmayın. Belki de Yuri Amcayı rahatsız etmeliyiz Hoş, gerçi bütün gece bu konuda başını ütüleyenler olacaktır zaten.”
Bir an sonra fark etti ki tam karşısındaki koltukta Nils, gülümseyerek oturmaktaydı. Ne zamandır orada olduğuna dair bir fikri yoktu. Yine de geldiğine memnun olmuştu tabii ki. Konuşabileceği aklıbaşında birkaç kişiden biriydi. Zira diğerleri Marlon'u ziyadesiyle soğuk ve yabani bulurdu. İkide bir akrabalar tarafından rahatsız edilmemekten şikayetçi değildi Marlon, dolayısıyla bu imajı bozmuyordu. Yılda bir kez gelen 'derin üzüntü ve taziye' mektupları bile fazlaydı hatta onun için. Hala ne kadar genç gösterdiğine inanamadığı Nils'in dikkat çekici kıyafetine -bunu aslında oldukça sevimli bulurdu- tebessüm ederken hemen yanına konan kuzgunla dikkati bölündü. Her kim gönderdiyse Katyusha'ya görünmese iyi ederdi, zira partinin birçok batıl inanç sahibi davetliler tarafından bir kuzgun avına çevrilmesi en son istenilen şeydi. Kuşun bacağındaki katlanmış mektubu almasıyla birlikte kuş uzaklaştı.
Kağıttaki el yazısını tanımasıyla neşesi dağıldı Marlon'un. Konrad. Aidan ve diğerleriyle haftalar sonra yakalayabildiği bir gram keyif de uçuvermişti böylece. Sabırsız ve kaba hareketlerle katlanmış kağıdı açıp hızlıca okudu.
“Ayrıca, bugüne kadar bu konuda hiç konuşmadım ve bundan bahsetmeme de oldukça kızacaksındır fakat sana bir şey söylemek istiyorum. Katillere dair bir iz buldum.
Karının katillerine.”
Yüzünden kanın çekildiğini, soğuk bir hissin uzuvlarına dolduğunu hissedebiliyordu. Ne diye bunca zaman sonra, üstelik böyle bir partide mızıkçılık yapmaya kalkışmıştı ki? Sanki Nastasya'nın acısını Marlon'dan çıkarmak ister gibiydi. Yıllardır onu koruyamadığını ima edip durmuştu zaten, böyle garip mektuplar göndermenin alemi de neydi şimdi? Konrad her zamanki gibi bir huzursuzluk kaynağı olmayı başarmıştı.
“İzninizle” diyip gruptan ayrıldı. Bu kez verandada sabahlamayacak, gölet kenarında keyif yapmayacaktı. Hemen şimdi odasına çekilmek niyetindeydi ki eve çok yaklaşmışken Katyusha tarafından alıkonulup ziyafet sofrasında bir sandalyeye oturtuldu.
- Aidan WandhuntGryffindor III. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 163
Kayıt Tarihi : 25/04/12
Geri: Yaz sonu.
Ptsi Mayıs 14, 2012 12:52 pm
''Aidan Wandhunt! Tüküren bilyelerle oynamayı bırak da benimle gel çocuk! İyice üstünü başını batıracaksın hem. Kaç kere almayalım dedim de, amcana dinletebildim mi? Yakında iğrenç oyuncağını alıp atacağım, o olacak.'' diye bir ses işitmişti Aidan tam odasının kapısında. İrkilerek ayağa sıçradı. Oyuna öyle dalmıştı ki bunu beklemiyordu bile. Ayrıca, annesi o kadar fazla da odasına dalmazdı öyle. Ve ayrıca, tek garip şey bu değildi. Sırtının buz gibi olmasına, tüylerinin diken diken olmasına neden olan bir şey vardı. Bir endişe, korku, uğursuzluk hissi... Belki de o kadar kötü değildi. Ayağa kalktı toparlanarak. Gözüne giren perçemleri alnına resmen yapışmıştı. Gözleri minik, meraklı alevler gibiydiler. Koşar adımlarla annesinin peşine takıldı ve onun elini tutarak kendinisini oturma odasına götürmesine izin verdi. Sadece ailesi değil, bir kaç kişi daha vardı, kıyafetlerinden anladığı kadarıyla seherbazdı bunlar. Meraklı bir şekilde onları inceledi. İş üniformaları havalı görünüyordu doğrusu. Belki de büyüyünce onlar gibi olurdu Aidan da. Gerçi babasının onu şirketinin başına geçireceğinden de emindi. Olsun, o gündüzleri iş adamı, geceleri kahraman seherbaz olurdu belki. Gizlice ele geçirip okuduğu muggle yapımı donuk ve hareketsiz resimleri olan çizgiromanlarda gayet de bu yapılabiliyordu. Annesi onun dağılmış kıyafetini ansızın fark edip sertçe, canını yakarak düzeltti, ceketinin düğmelerini ilikledi. Kısa pantolonunun paçalarını hırsla çekiştirdi. Çok gergin ve korkmuş görünüyordu o da. Sonra sırtından onu iteleyerek seherbazlardan birinin önüne yolladı. ''Ooo küçük bey, pek bir asil...'' diye mühtehzi bir ifade ile kendisini süzen seherbazdan çok çekinmişti. İlk defa bir insandan bu kadar çekiniyordu Aidan. Tek kelime etmedi başta, ancak adam soru sormaya başlayınca ve annesi onu boş boş bakmak yerine cevap vermesi için dürtünce ağzını açıp kendince yanıtlar vermeye başladı saf saf. Az evvel sergilediği mecburi Wandhunt görüntüsü bile kalmamıştı yanıtların niteliği yüzünden. Bir süre sonra babasının sert bakışları yüzünden yanıtları kısaltmak zorunda kaldı. Suratı çok aşırı düşmüştü, neredeyse ağlayacaktı zavallı çocuk. Bir süre sonra adamlar gittiğinde derin bir rahatlama kapladı bünyesini. O an dank etti: Neden hep Blackwood ailesi ve Marlon ile ilgili sorular sormuşlardı? Annesi onu şefkatle kolundan tuttu, nazikçe koltuğa oturttu. Ve onun yanına geçerek yüzünü tutup kendine çevirdi. O yüz bembeyaz olmuştu. ''Marlon amca...'' diyebildi sadece. Gözleri kocaman oldu yüzüne göre. Ve sonrasında kötü haber, bunu kabullenemeyiş, şaka yaptıklarını iddia ediş, siyah kıyafetlerin ona zar zor giydirilmesi, duyduğu isimlere bu haberi yakıştıramamak, zır zır ağlayarak yalancı olduklarını haykıran çocuğu susturmaya çalışan zavallı anne, Gabriel, Anastasia, Marlon, Gabriel, en çok da Gabriel... Her şey bir sis bulutu içinde gerçekleşmişti. Babası onu azarladığında, susmazsa cenazeye gidemeyeceğini söylediğinde en sonunda kendine gelmek zorunda kaldı. Ve sonra, aradan epey zaman geçti işte. Ama o an dün gibiydi her zaman. Zavallı çocuk, bir yakınını ilk defa kaybetmişti. Hatta kardeşi yerine koyduğu birini, kuzenini, hayata gelemeden, daha oyunlar oynayamadan, hatta doğamadan.. Çok küçüktü, çok fazla küçüktü.
- Güldü. Yaşıtı ergen çocukların o meşhur, dudağı hafif yamultarak ve dişlerin bir kısmını ortaya çıkartarak yaptığı gülüşünü sergiledi. Marlon amcanın iltifatları çok hoşuna gitmişti. Diğer insanların aksine büyüdüğüne değinip durmaması da çok iyiydi. Tipik ergen gibi bir zamanlar küçük olmaktan utanıyordu genç adam. Hele bunu söyleyen kişinin karşısında şu ankinden de küçüldüğünü, bireysellikten çıktığını hissediyordu. ''Teşekkür ederim, Mr. Blackwood.'' dedi ona. İltifatına karşılık vermeyi isterdi aslında. Ancak bunu pek beceremezdi. İltifatları ya çok salakça olurdu ya da çok patavatsızca. Neyse, gençti daha, daha da büyüyünce Marlon amcası gibi biri olabilirdi. Ve adamın sorusunun üzerinde yüzünü ansızın ekşitti. Bir annesi, babası olduğunu unutmak istiyordu. Keşke karşısından bu babacan büyücü onu evlatlık alsaydı ya. Gerçi ne kadar istese de, ağlasa da zırlasa da ailesinin buna razı olacağını sanmıyordu. Etraftaki akrabaların tatlı şamatasını izledi anne ve babasına bakma bahanesiyle. Omuz silkti Marlon amcası ile beraber yaptıkları araştırma sona erir ermez. ''Büyük ihtimalle babam gastridi için içtiği iksir yüzünden midesi bulanarak tuvalete gitti, annem de bu tür durumlarda telaşlanarak onun peşinde dolanıyor.'' Sonra gülümseme yayıldı yüzünde. ''Ne komik değil mi, midesi için iksir içiyor ama iksir midesini mahvediyor.'' Etraftaki mugglelara rağmen büyücü terimleri kullanıyordu genç adam ama muggle terimleri hakkında bir fikri yoktu ki. En fazla kafayı Wiccan'larla ya da Pagan'larla bozan Satanist bir genç olduğunu düşünürlerdi. Büyücü dünyası kendini hastalıklı bir şekilde büyü ile alakası olmayan toplumlardan uzak tuttukça, onlar da doğal olarak büyücü dünyasına ait şeylere bu şekilde yaklaşmaya başlamışlardı. Haklılardı aslında.
Yanlarına yaklaşan bir kadın sayesinde dikkati sevgili amcasının üzerinden kayıp gitti. Aralarındaki diyaloğu saygıyla dinledi. Kişiliğinden gelen taşkınlığı ile Wandhunt terbiyesi arasında kalmış bu genç adam artık bunu giderek daha iyi ayarlamaya başlamıştı. Üstelik kendi benliğini ezmeden, ne olduğunu bilerek yapıyordu bunu. Ne tamamen bir Wandhunt'du ne de tamamen haşarı Aidan. Üstelik Marlon amcası sayesinde arada kalmadan nazik olmanın, kaba olmadan kendi olmanın inceliklerini öğrenmişti az biraz. Ve yeniden güldü, Marlon'un kendini tanıtma şekli gerçekten hoşuna gitmişti. Evet, babasıydı o, vaftiz babası. Ancak ona hiç bir zaman bu sıfatla ya da amca sıfatıyla hiç seslenmemişti ailesinin bulunduğu ortamlarda. Gerçi bunun dışında bir ortamda fazla da bulunmamışlardı ya. Ve diyaloğun geri kalanından tamamen koparak az evvel dikkatini çeken gümüşi sarı saçlı bir kızı izlemeye başladı. Çok güzel bir şeydi, onu Ra'asiel ile karşılaştırdığında biraz ikircimde kalsa bile ondan da güzel olduğuna emindi. Ancak, kıyafetleri, Merlin'in kanca burnu adına, çok komikti yahu. Onu dikkatle incelemekten geri kalan tüm ayrıntıları kaçırdı. Bir cadı mıydı acaba? Bu kadar komik giysiyi muggle dünyasına yabancı olanlar dışında kimsede görmemişti. Sonra yanlarına yaklaşan kadına döndü. Onun kendisiyle muhatap olmasından sonra onunla ilgilenmemezlik edemezdi. ''Evet, ben Aidan Wandhunt. Sizin adınız nedir?'' diyerek elini uzattı ona gülümseyerek. Daha sonra ilgisini çeken şu kıza da laf atacaktı, o çocuk zamanlarından gelme, ağır merakıyla. Marlon amcanın gitmek için izin alıp da uzaklaşmasını garipsemedi bile. O kadar kalabalıktı ki çevre, illa ki içlerinde eskiden özlediği bir çok kişi pek ala vardı. Ve misafirlerin yavaş yavaş Katyusha ve hizmetçiler tarafından davetliler masalara yerleştiriliyor olduğunu fark etti. Aidan anne ve babasının yanına yerleştirilmemek için acele ederek ilerledi. Marlon amcanın yakınında bir yeri seçip oturdu. Katyusha'nın itirazlarını bir an bile dinlememişti bunu yaparken. Pek ala şurada oturacak biri, o çok sevimli anne babasının yanındaki boş kalan yerine de oturabilirdi. Bunu onlara açıkça söyledi. Neyse ki kimsenin genç adamın inadıyla uğraşacak zamanı yoktu.
- Nils WójcikDe Vries
- Mesaj Sayısı : 1142
Kayıt Tarihi : 13/04/12
Yaş : 34
Geri: Yaz sonu.
Perş. Mayıs 17, 2012 2:24 pm
Şu an evinde oturmuş Josephine'in en göz alıcı eserlerinden birinin üstünde çalışıyor olabilirdi. Ya da playstation oynayabilirdi, belki bir kaç film izlerdi, ya da ayaklarını uzatıp bir şeyler okurken rahat rahat tüttürebilirdi de. Yanaklarını belli belirsiz şişirdi, ahşap masanın oymalı bacaklarına yasladığı ayakabbılarından çıkan ufak parmaklarını sırayla oynatarak bir şeyler mırıldanıyordu. Kendi kendine güldü, annesi onları hep bezelye tanelerine benzetirdi. Hafif, tatlı bir rüzgar çıkmıştı. Yaz sonu olmasına karşın hava muhteşemdi, suyun içinde yüzmediği vakit bu mevsimin en çok son kısmını seviyordu zaten. Tam karşısında oturup bayık sohbetlerden birine çıtı pıtı kızlar gibi yanıt veren Marlon'u izlerken ufak tebessümü kıvrılarak genişledi; adam da bu esnada gülümsemişti ne tatlı ama. Ailede çok fazla asilzade vardı kuşkusuz. Çarlar, prensesler, lordlar, markiler ve hatta yüksek rütbeden din adamlarından bilim insanlarına, şairlerden sefa düşkünü para yiyicilere kadar bir sürü sıkıcı detay gerektiren tarihsel olaylar işte. Ama nedense tüm eğitim ve şatafatlarına rağmen insanda keyif veren bir his uyandırmazlardı. Marlon'u onlardan ayıran neydi? İşte yıllardır kafasını kurcalayan, kurcaladıkça garip bir merağa ve alakaya sürükleyen olaya bir yanıt bulmaya çalışıyordu bu vesileyle. Belki şu bayık davete yılda bir kaç kez de olsa onun yüzünden katlanıyordu. Yüzü buruştu, ona kızmıştı. Bu tatlı melankolisi, insana ilham veren lirik davranışları belki de merağını sonraki yıllarda daha da körükleyen benzer hikayeleri. Ne kadar üzülmüştü eşini ve çocuğunu kaybetmesine; hayatında kendisini derin bir yasa sokan nadir olaylardandı belki de. Hemen yanındaki yeni yetmenin dikkatli bakışlarını farkettiğinde sırıttı. Aklından neler geçtiğini anlamak için özel güçlerine bile gerek yoktu. Şaşkın bir ördek gibi dik dik bakarak malum düşüncelerini açık etmişti işte. Yavaşça kepin bir ucunu tutup eski zaman beyleri gibi çekerek selam verdi.
Ceketinin sağ cebine elini daldırdı bilinçsizce, cep saatinden çok her şeye benzeyen garip bir nesne çıkardı. Canı sıkıldıkça birbirini kovalayan dakikalara bakarak meşgul izlenimi yaratmaya başlar, en sonunda sıkıntıdan patlayarak ya birilerine sataşır ya da ortamdan tüyerdi. Şu an için ilk safhadaydı, henüz tüymeyecekti. Ta ki uzaktan oldukça aşina olduğu bir hayvanın sesini işitene kadar. Evet, bir kuzgun? Gözleri merakla açılmış bu tuhaf hayvanın yemek sofrasına ne niyetle dalmak üzere olduğunu kavramaya çalışıyordu. Masada duran bir kaç şeyi eşeleyip gideceğini düşünürken tam önüne konup ayağını uzatışıyla neredeyse kocaman bir kahkaha atacaktı. Ufak bey pek centilmendi, sırıtarak bir baş selamı verdi saygıyla ve mektubu aldı. Hayvan daha sonra uzaklaştığında tuhaf tuhaf bakan insanlara gayet normal bir şey yapmış gibi gülümsedi;
"Şarjım bitince imdadıma yetişir."
Mektup kağıdını henüz açmamıştı ki bir başka kuzgun daha teşrif etmişti, ikinci bir mesaj olmasına imkan yoktu. O halde kime gelecekti? Gözlerini tatlı bir ciddiyetle kısarak Marlon'un yanına konan kuzgunu izledi. Hafifçe gülümsedi sonrasında; cidden Edgar Allan Poe'ya benzemişti bu haliyle. Kendi mektup kağıdını açıp okuduğunda o tatlı bakışları o kadar ciddileşti ki uzaktan henüz davete teşrif etmiş zıpır büyükbabası kaş göz işaretiyle yine ne halta yol açtığını kontrol etme ihtiyacı duymuştu. Zor da olsa toparladı. Konrad mıydı neydi, bu adamdan böyle intizamsız bir iş gördüğü için çok şaşırmıştı. Ya mektup bir başkasının eline geçseydi de şu De Vries yazısını görseydi?! Hele son cümle. Tanrım, bir mikrofon getirip gizli örgüte davetçi toplasa daha iyi olurdu! Elini ağzına kapatmış kendine özgü garip ünlemlerinden birini çıkartmamak için zor tutmuştu kendini. "Özel bir grup Whiterun'da ayin tarzı bir şey düzenleyecek, onun hazırlıklarını yapıyorum da." Kağıdı bir çırpıda buruşturdu, başına gelen kabarık kuzguni saçlı Edmund'ın yılışık ve elbette meraklı bakışlarını farkedince biraz tedirgin olmuştu. Bu ailede, hatta kendi ailesinde de büyücüler olduğunu biliyordu. Geniş ailesinin iki yüzlülüğü elbetteki büyük mertebedeydi; hele melez bombasından sonra iyice pimpirikli bir hal almışlardı.
"Ah, oohh. Hmm, şey. İzninle Edmund."
Bir çırpıda ayağa kalkıp ev sahibesi kadının yanına ilerledi. uydurması gereken bir yalan vardı. Niye Nils'i seçmişti sanki? Söyleyeceği en salakça söz bile büyük ciddiyetle karşılanabilirdi sonuçta. Bakalım ne gizli kapaklı laf etti de çaktırmıyor imajı yaratmıştı. Aslında haksız da sayılmazlardı. Wójcik ailesi kaçıklıklarının ardında gizledikleri büyük ve engin bir dehaya sahiplerdi, kalbinizin en derininde kendinize bile itiraf edemediğiniz o lekeli kısmı suratınıza çarptıklarında tiksiniyordunuz, deli imajı yapıştırıp kendinizi rahatlatıyordunuz. Kimisi fazla zekanın onları bu hale soktuğunu söylüyordu, kimisi de kronik çatlaklıklarını sadece yasaklara aykırılıklarına bağlıyorlardı. Ailesi hiçbir zaman büyüye olan merağını saklamamıştı. Bu yüzden de en çok annesinden tiksiniyorlardı, Musevi kızı ne talihsiz bir kaza geçirmişti; cezasını çekmişti sonunda.
Henüz işi bitmemişti ama. Önce şu tehlikeye davetiye olan kağıttan kurtulacaktı. Masalardan biraz uzaklaşıp çakmağını çıkardı ve tutuşturdu. Külleri havaya karışıp giderken ikinci kuzgunun ilettiği mesajın içeriğini merak ettiği için Marlon'a döndü. Şimdi adamın buz kütlesini andıran suratı hiçte sevimli görünmüyordu. Bir kaç saniye şaşkınca baktı, delice merak etmişti ne yazdığını. Masadan kalkıp uzaklaşmaya başladığında çaktırmadan izledi gözleriyle. Onu bu kadar kızdıracak ne olabilirdi ki? Katyusha'nın önce davranması umuyordu ki işine gelirdi. Çakmağını iç cebine atarak adama doğru yaklaştı. Konuyu fazla üstelemeden, sakince ama bir şey yokmuş gibi. Selamlaşmaya gelirken takınılan o sade havaya girmişti.
"Sene 2023 ve hala birileri mesajlaşmak için kuzgun avı yapıyor, ne büyük talihsizlik değil mi? Poe sever misiniz bilemiyorum ama biraz önce onu andırıyordunuz, Marlon. Bu bir iltifattı bence. Her neyse halinizi hatırınızı sormak istemiştim ama çok gizli yeteneklerim bana çenemi kapamamı söylüyor?"
Sevimlice gülümsedi belki adamı eğlendirebilirse kışkışlanmazdı? Başını yana yatırıp cümlesini düşündü, adamın havasında olmadığını anlıyordu ama olası bir tehlike yada işine yarayacak bir bilgiden ziyade bu keyifsizliğine üzülmüştü. Münasebetsiz bir mesajın en sevdiği varlıklardan biri olan kuzgunla gönderilişine içerlemeden de edemedi. Tabii Marlon üzülmüştü, bu kısma değinmeyecekti bile.
Ceketinin sağ cebine elini daldırdı bilinçsizce, cep saatinden çok her şeye benzeyen garip bir nesne çıkardı. Canı sıkıldıkça birbirini kovalayan dakikalara bakarak meşgul izlenimi yaratmaya başlar, en sonunda sıkıntıdan patlayarak ya birilerine sataşır ya da ortamdan tüyerdi. Şu an için ilk safhadaydı, henüz tüymeyecekti. Ta ki uzaktan oldukça aşina olduğu bir hayvanın sesini işitene kadar. Evet, bir kuzgun? Gözleri merakla açılmış bu tuhaf hayvanın yemek sofrasına ne niyetle dalmak üzere olduğunu kavramaya çalışıyordu. Masada duran bir kaç şeyi eşeleyip gideceğini düşünürken tam önüne konup ayağını uzatışıyla neredeyse kocaman bir kahkaha atacaktı. Ufak bey pek centilmendi, sırıtarak bir baş selamı verdi saygıyla ve mektubu aldı. Hayvan daha sonra uzaklaştığında tuhaf tuhaf bakan insanlara gayet normal bir şey yapmış gibi gülümsedi;
"Şarjım bitince imdadıma yetişir."
Mektup kağıdını henüz açmamıştı ki bir başka kuzgun daha teşrif etmişti, ikinci bir mesaj olmasına imkan yoktu. O halde kime gelecekti? Gözlerini tatlı bir ciddiyetle kısarak Marlon'un yanına konan kuzgunu izledi. Hafifçe gülümsedi sonrasında; cidden Edgar Allan Poe'ya benzemişti bu haliyle. Kendi mektup kağıdını açıp okuduğunda o tatlı bakışları o kadar ciddileşti ki uzaktan henüz davete teşrif etmiş zıpır büyükbabası kaş göz işaretiyle yine ne halta yol açtığını kontrol etme ihtiyacı duymuştu. Zor da olsa toparladı. Konrad mıydı neydi, bu adamdan böyle intizamsız bir iş gördüğü için çok şaşırmıştı. Ya mektup bir başkasının eline geçseydi de şu De Vries yazısını görseydi?! Hele son cümle. Tanrım, bir mikrofon getirip gizli örgüte davetçi toplasa daha iyi olurdu! Elini ağzına kapatmış kendine özgü garip ünlemlerinden birini çıkartmamak için zor tutmuştu kendini. "Özel bir grup Whiterun'da ayin tarzı bir şey düzenleyecek, onun hazırlıklarını yapıyorum da." Kağıdı bir çırpıda buruşturdu, başına gelen kabarık kuzguni saçlı Edmund'ın yılışık ve elbette meraklı bakışlarını farkedince biraz tedirgin olmuştu. Bu ailede, hatta kendi ailesinde de büyücüler olduğunu biliyordu. Geniş ailesinin iki yüzlülüğü elbetteki büyük mertebedeydi; hele melez bombasından sonra iyice pimpirikli bir hal almışlardı.
"Ah, oohh. Hmm, şey. İzninle Edmund."
Bir çırpıda ayağa kalkıp ev sahibesi kadının yanına ilerledi. uydurması gereken bir yalan vardı. Niye Nils'i seçmişti sanki? Söyleyeceği en salakça söz bile büyük ciddiyetle karşılanabilirdi sonuçta. Bakalım ne gizli kapaklı laf etti de çaktırmıyor imajı yaratmıştı. Aslında haksız da sayılmazlardı. Wójcik ailesi kaçıklıklarının ardında gizledikleri büyük ve engin bir dehaya sahiplerdi, kalbinizin en derininde kendinize bile itiraf edemediğiniz o lekeli kısmı suratınıza çarptıklarında tiksiniyordunuz, deli imajı yapıştırıp kendinizi rahatlatıyordunuz. Kimisi fazla zekanın onları bu hale soktuğunu söylüyordu, kimisi de kronik çatlaklıklarını sadece yasaklara aykırılıklarına bağlıyorlardı. Ailesi hiçbir zaman büyüye olan merağını saklamamıştı. Bu yüzden de en çok annesinden tiksiniyorlardı, Musevi kızı ne talihsiz bir kaza geçirmişti; cezasını çekmişti sonunda.
Henüz işi bitmemişti ama. Önce şu tehlikeye davetiye olan kağıttan kurtulacaktı. Masalardan biraz uzaklaşıp çakmağını çıkardı ve tutuşturdu. Külleri havaya karışıp giderken ikinci kuzgunun ilettiği mesajın içeriğini merak ettiği için Marlon'a döndü. Şimdi adamın buz kütlesini andıran suratı hiçte sevimli görünmüyordu. Bir kaç saniye şaşkınca baktı, delice merak etmişti ne yazdığını. Masadan kalkıp uzaklaşmaya başladığında çaktırmadan izledi gözleriyle. Onu bu kadar kızdıracak ne olabilirdi ki? Katyusha'nın önce davranması umuyordu ki işine gelirdi. Çakmağını iç cebine atarak adama doğru yaklaştı. Konuyu fazla üstelemeden, sakince ama bir şey yokmuş gibi. Selamlaşmaya gelirken takınılan o sade havaya girmişti.
"Sene 2023 ve hala birileri mesajlaşmak için kuzgun avı yapıyor, ne büyük talihsizlik değil mi? Poe sever misiniz bilemiyorum ama biraz önce onu andırıyordunuz, Marlon. Bu bir iltifattı bence. Her neyse halinizi hatırınızı sormak istemiştim ama çok gizli yeteneklerim bana çenemi kapamamı söylüyor?"
Sevimlice gülümsedi belki adamı eğlendirebilirse kışkışlanmazdı? Başını yana yatırıp cümlesini düşündü, adamın havasında olmadığını anlıyordu ama olası bir tehlike yada işine yarayacak bir bilgiden ziyade bu keyifsizliğine üzülmüştü. Münasebetsiz bir mesajın en sevdiği varlıklardan biri olan kuzgunla gönderilişine içerlemeden de edemedi. Tabii Marlon üzülmüştü, bu kısma değinmeyecekti bile.
- Vasilena IvanchevSlytherin IV. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 72
Kayıt Tarihi : 09/05/12
Geri: Yaz sonu.
Cuma Haz. 01, 2012 2:28 pm
"Sanırım geç kaldık Anna teyze."
"Sorun değil çocuğum. Assolistler hep en son gelir."
Güldü. Kadının bu söylediğinde elbet gülünecek bir şey yoktu, fakat Vasilena için onun söyledikleri, altmışlardan bir müzik kadar hoş ve eğlendiriciydi, tıpkı üzerine giymesinde ısrar ettiği, pembe elbise gibi. Sert kumaşı hareket ettikçe, vücudunun kaşınmasına sebep oluyordu. Anna teyzesi ısrar etmese, onunla dışarıya çıkmak ne kelime evde bile o kıyafetle duramazdı. Sebebi, pembe renginde olması ya da ellilerden fırlamış bir görüntü vermesi değildi, sebebi her hareket edişinde, bitmek bilmeyen kaşıntı ve huysuzluk nöbetleriydi. Söylediğine göre, ki Anna teyzesine kendisinden çok güveniyordu, Anna teyzesi genç kızken katıldığı ilk aile toplantısında bu kıyafeti giymişti. Şimdi de Vasilena üzerinde duruşunu merak ediyordu ki, genç kızı olduğu yaştan ne yaşlı ne de genç göstermişti. Sadece yeni açan bir bitki ne kadar taze görünürse, kız da o kadar taze görünüyordu. Sarı saçlarını özensiz ama gayet hoş görünen bir topuz yapmış, akşam üzeri hava soğuk olabilir düşüncesine dayanarak yanına bir hırka almıştı. Aslında gayet hoş görünüyordu ve işte buradaydı. Yeni biçilmiş çimlerin kokusu, her bir yeri sarmış, uzaktan gelen rus melodisine, havada adeta dalgalanan rüzgar eşlik ediyordu. Vasilena, Anna teyzesinin koluna girmiş, yaşlı ama asil kadının ağır adımlarına ayak uyduruyordu. Her adımda, uzaktaki insanların yüzleri biraz daha netleşiyordu. Dans eden iki çifti görünce gülümsedi. Katyusha ve Konstantin dans ediyor olmalıydılar, her aile toplantısında olduğu gibi. Aslında bu toplantıları seviyordu. Bu toplantılar, akrabalarını tanımasına yardımcı oluyordu. Yalan söylüyorsun, senin asıl derdin Marlon. İç sesi, tüm vücudunu ürpertti. Meksika dalgası gibi yayılan, her kasına garip bir çalışmama ve sadece olduğu yerde durup, boşlukta zaman öldürmek isteği yayıldı. Evet, Marlon'a karşı garip duygular barındırıyordu içinde. Ne onu bir abi olarak görüyordu, ne de bir akrabası... O, Vasilena için özeldi. Sebebini henüz çözememişti ama onu görmek, iyi geliyordu. Belki de, aile toplantılarının en güzel tarafı onu görmekti.
“Vasilena, Madam Bovarey'in seni görüp, tüm anılarını anlatmasını ister misin yoksa, onun göremeyeceği bir yerden mi geçelim?”
“Ah, hayır. Bir daha nasıl olimpiyat ödülünü nasıl kazandığını dinlemek istemiyorum. Arkasından dolansak çok daha iyi olur. ”
Kafasında duran pudra rengi kocaman şapkasıyla, Madam Bovarey oldukça konuşkan bir kadındı. Herkese gülücükler dağıtmayı sever ama günlük bir konuşmayı ilerletirken, ne yapıp ne eder onu olimpiyat ödülünü nasıl kazandığına çevirirdi. Otuzlu yaşlardaki insanlar bir nebze dayanırken yaşlılar artık onun bu ödül merasimini duymazdan geliyordu. Zavallı kadın ise, gördüğü her genci yanına oturtup tüm gün sürecek maceralarını anlatmak ile anılarını taze tutmaya çalışıyordu.
“Anna ! Tanrı aşkına nerede kaldınız, bir an gelmeyeceğinizi düşündük. Ah, yanındaki güzel bayan, yoksa Vasilena Ivanchev mi? Tanımakta güçlük çekiyorum, ne kadar serpilmiş, güzelleşmiş tıpkı ...”
“Atalarımız gibi.”
Kısa bir sessizlikten sonra, istedikleri yere geçebilmelerini söyleyen Konstantin'in sesini duydu. Bu aile toplantılarını seviyorum mu demişti? Seviyordu ama her toplantı, ailen öldü ve sen de onlara çok benziyorsun denmişçesine bir etki yaratıyordu. Zaten, insanların akıllarından geçen de oydu. En tanıdık yüzlerin oturduğu, masaya doğru ilerledi. Anna teyzesi, birileriyle konuşurken, aile toplantılarında onu eğlendiren kişinin yanına oturdu. “Son kitabınızı okudum. O kadar akıcıydı ki, yemek yemek için fırsat kalmadı fakat neden Ellen'ı öldürdüğünüzü anlayamadım.”
“O da yazarın sırrı. Söyleyin bakalım, bu sıkıcı toplantının geçmesini sağlamak için bugün neler yapacağız? Eskiden, tavşan peşinde koştururduk fakat şimdi bir genç kız olduğunuza göre, daha usturuplu hareketler sergilemeniz gerekecek.”
Genç adama şöyle bir baktı. Suratındaki en belirgin şey, bir inciyle bile karşılaştığında beyaz kalacak dişleriydi. Bu onu sevimli kılıyordu sanki. Fakat bu sevimli, çocuksu görünüşün altında gerçek bir adamın duyguları yatıyordu. Bunu biliyordu çünkü şu ana kadar yazdığı tüm karakterleri o kadar gerçekçiydi ki,arada genç adamın gerçek hayatta onları tanıyıp tanımadığından emin olamıyordu. Sevgiden, isyana, dostluktan, bağımsızlığa kadar her duyguyu dorukta yaşatan biriydi, içinde. Bu nedenle onunla içinden geldiği gibi konuşmak rahatsız etmiyordu.
“Bana şarkı söyletmedikleri sürece, bu toplantıda sadece akrabalarımı izleyerek vakit geçirebilirim. Tabi sizi bilemem.”Genç adamın, güldüğünü işitti. Etrafına bakmaya başladı. Çaprazında oturan, yaşlı Sam amcayı görebiliyordu. Düğmesine basınca ağlayan muggle bebeklerini andırıyordu. Suratı bal mumundan yapılma gibiydi. Yanındaki, Elena hala ise Sam amcanın yanı sıra, hiç yaşlanmamış altmışında bir kadındı. Biraz daha sola baktığında, Marlon'u gördü. Yüzünün aldığı ifade pek hoşuna gitmemişti. Onu üzen sıkan bir şey var gibiydi. Gidip konuşmalı mıydı? Hadi ama, bu toplantıda başı en yoğun olan Marlondu. Yanına gidip, başını ütülüyenlerden olmaktansa onu sessizce izlemeyi tercih ederdi. Belki gelir, Marlon ona merhaba derdi.
*Öyle kendi çapımda takıldım ben."Sorun değil çocuğum. Assolistler hep en son gelir."
Güldü. Kadının bu söylediğinde elbet gülünecek bir şey yoktu, fakat Vasilena için onun söyledikleri, altmışlardan bir müzik kadar hoş ve eğlendiriciydi, tıpkı üzerine giymesinde ısrar ettiği, pembe elbise gibi. Sert kumaşı hareket ettikçe, vücudunun kaşınmasına sebep oluyordu. Anna teyzesi ısrar etmese, onunla dışarıya çıkmak ne kelime evde bile o kıyafetle duramazdı. Sebebi, pembe renginde olması ya da ellilerden fırlamış bir görüntü vermesi değildi, sebebi her hareket edişinde, bitmek bilmeyen kaşıntı ve huysuzluk nöbetleriydi. Söylediğine göre, ki Anna teyzesine kendisinden çok güveniyordu, Anna teyzesi genç kızken katıldığı ilk aile toplantısında bu kıyafeti giymişti. Şimdi de Vasilena üzerinde duruşunu merak ediyordu ki, genç kızı olduğu yaştan ne yaşlı ne de genç göstermişti. Sadece yeni açan bir bitki ne kadar taze görünürse, kız da o kadar taze görünüyordu. Sarı saçlarını özensiz ama gayet hoş görünen bir topuz yapmış, akşam üzeri hava soğuk olabilir düşüncesine dayanarak yanına bir hırka almıştı. Aslında gayet hoş görünüyordu ve işte buradaydı. Yeni biçilmiş çimlerin kokusu, her bir yeri sarmış, uzaktan gelen rus melodisine, havada adeta dalgalanan rüzgar eşlik ediyordu. Vasilena, Anna teyzesinin koluna girmiş, yaşlı ama asil kadının ağır adımlarına ayak uyduruyordu. Her adımda, uzaktaki insanların yüzleri biraz daha netleşiyordu. Dans eden iki çifti görünce gülümsedi. Katyusha ve Konstantin dans ediyor olmalıydılar, her aile toplantısında olduğu gibi. Aslında bu toplantıları seviyordu. Bu toplantılar, akrabalarını tanımasına yardımcı oluyordu. Yalan söylüyorsun, senin asıl derdin Marlon. İç sesi, tüm vücudunu ürpertti. Meksika dalgası gibi yayılan, her kasına garip bir çalışmama ve sadece olduğu yerde durup, boşlukta zaman öldürmek isteği yayıldı. Evet, Marlon'a karşı garip duygular barındırıyordu içinde. Ne onu bir abi olarak görüyordu, ne de bir akrabası... O, Vasilena için özeldi. Sebebini henüz çözememişti ama onu görmek, iyi geliyordu. Belki de, aile toplantılarının en güzel tarafı onu görmekti.
“Vasilena, Madam Bovarey'in seni görüp, tüm anılarını anlatmasını ister misin yoksa, onun göremeyeceği bir yerden mi geçelim?”
“Ah, hayır. Bir daha nasıl olimpiyat ödülünü nasıl kazandığını dinlemek istemiyorum. Arkasından dolansak çok daha iyi olur. ”
Kafasında duran pudra rengi kocaman şapkasıyla, Madam Bovarey oldukça konuşkan bir kadındı. Herkese gülücükler dağıtmayı sever ama günlük bir konuşmayı ilerletirken, ne yapıp ne eder onu olimpiyat ödülünü nasıl kazandığına çevirirdi. Otuzlu yaşlardaki insanlar bir nebze dayanırken yaşlılar artık onun bu ödül merasimini duymazdan geliyordu. Zavallı kadın ise, gördüğü her genci yanına oturtup tüm gün sürecek maceralarını anlatmak ile anılarını taze tutmaya çalışıyordu.
“Anna ! Tanrı aşkına nerede kaldınız, bir an gelmeyeceğinizi düşündük. Ah, yanındaki güzel bayan, yoksa Vasilena Ivanchev mi? Tanımakta güçlük çekiyorum, ne kadar serpilmiş, güzelleşmiş tıpkı ...”
“Atalarımız gibi.”
Kısa bir sessizlikten sonra, istedikleri yere geçebilmelerini söyleyen Konstantin'in sesini duydu. Bu aile toplantılarını seviyorum mu demişti? Seviyordu ama her toplantı, ailen öldü ve sen de onlara çok benziyorsun denmişçesine bir etki yaratıyordu. Zaten, insanların akıllarından geçen de oydu. En tanıdık yüzlerin oturduğu, masaya doğru ilerledi. Anna teyzesi, birileriyle konuşurken, aile toplantılarında onu eğlendiren kişinin yanına oturdu. “Son kitabınızı okudum. O kadar akıcıydı ki, yemek yemek için fırsat kalmadı fakat neden Ellen'ı öldürdüğünüzü anlayamadım.”
“O da yazarın sırrı. Söyleyin bakalım, bu sıkıcı toplantının geçmesini sağlamak için bugün neler yapacağız? Eskiden, tavşan peşinde koştururduk fakat şimdi bir genç kız olduğunuza göre, daha usturuplu hareketler sergilemeniz gerekecek.”
Genç adama şöyle bir baktı. Suratındaki en belirgin şey, bir inciyle bile karşılaştığında beyaz kalacak dişleriydi. Bu onu sevimli kılıyordu sanki. Fakat bu sevimli, çocuksu görünüşün altında gerçek bir adamın duyguları yatıyordu. Bunu biliyordu çünkü şu ana kadar yazdığı tüm karakterleri o kadar gerçekçiydi ki,arada genç adamın gerçek hayatta onları tanıyıp tanımadığından emin olamıyordu. Sevgiden, isyana, dostluktan, bağımsızlığa kadar her duyguyu dorukta yaşatan biriydi, içinde. Bu nedenle onunla içinden geldiği gibi konuşmak rahatsız etmiyordu.
“Bana şarkı söyletmedikleri sürece, bu toplantıda sadece akrabalarımı izleyerek vakit geçirebilirim. Tabi sizi bilemem.”Genç adamın, güldüğünü işitti. Etrafına bakmaya başladı. Çaprazında oturan, yaşlı Sam amcayı görebiliyordu. Düğmesine basınca ağlayan muggle bebeklerini andırıyordu. Suratı bal mumundan yapılma gibiydi. Yanındaki, Elena hala ise Sam amcanın yanı sıra, hiç yaşlanmamış altmışında bir kadındı. Biraz daha sola baktığında, Marlon'u gördü. Yüzünün aldığı ifade pek hoşuna gitmemişti. Onu üzen sıkan bir şey var gibiydi. Gidip konuşmalı mıydı? Hadi ama, bu toplantıda başı en yoğun olan Marlondu. Yanına gidip, başını ütülüyenlerden olmaktansa onu sessizce izlemeyi tercih ederdi. Belki gelir, Marlon ona merhaba derdi.
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz